Saat 02:40… Bir solukta okuyup gecenin bu saatinde bitirdiğim bir kitap. Sıcağı sıcağına yazmak istedim duygularımı. Boğazımda kocaman bir yumruyla kapattım son sayfayı, itiraf ediyorum… Ah Fidan!
Oldukça etkileyici bir romandı. Belki de gerçek bir hikayeden ilham alınarak yazılmış olması, yaşanan her şeyin daha da içime işlemesine neden oldu. Sinan Akyüz’ün tüm kitaplarını okumuş bir okur olarak yine şaşırtmadığını, yine kalemiyle içime dokunduğunu söylemeliyim.
Kısacası, çok beğendim. Uzun süre etkisinden çıkamayacağım bir hikaye oldu.
Rize Yeşilay Kadın Komisyonumuzun bu ayki kitabı olan Saraybosna Günlüğü bitti. İçim acıyarak kapattım kitabı.
Juan Goytisolo, Bosna Savaşı’nın en karanlık dönemlerinde Saraybosna’ya giderek şehirde günlerce yaşamış, gördüklerini ve hissettiklerini bu kitapta toplamış. Yazarın anlattıkları vicdana dokunan, insanın içini kanatan sahnelerdi. Bombaların gölgesinde büyümeye çalışan çocuklar, günlük hayatın içinde ölümle iç içe yaşayan aileler ve her şeye rağmen direnmeye çalışan bir şehir.. Sayfaları çevirdikçe, Saraybosna’nın o zor günlerinde insanların nasıl bir umuda tutunduğunu düşündüm.
Kitabı kapattığımda içimde buruk bir ağırlık kaldı. Ama aynı zamanda, yaşananların unutulmaması ve bir daha yaşanmaması için anlatmanın, okumanın ve farkındalık oluşturmanın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gördüm.
Neşe Cengiz’in Gün Doğmadan Neler Batar kitabını okuduğumda, kısa sayfa sayısına rağmen ne kadar yoğun bir anlatım sunduğuna şaşırdım. 104 sayfa ama her cümlesi üstüme düşünce gibi çarpıyor.. hayatın karmaşıklığını, insan hatalarını ve toplumdaki gözlemleri öyle bir sembolik dille anlatıyor ki, farkında olmadan kendimi Fahri’nin yerine koyuyorum. Fahri, yaptığı bir hatayı düzeltmek istiyor ve bu arayış onun vicdan muhasebesini gözler önüne seriyor. Okurken “Acaba ben de böyle bir durumda ne yapardım?” diye düşündüm. Yazar karakterleri ve toplumsal tipleri öyle zekice sunmuş ki, “insan suretiyle gezen canavarlar” metaforu gerçekten etkileyici. Safdiller, sinsiler, temizlik hastaları… Her biri hayatın farklı yönlerini yansıtıyor ve bazen kendimden parçalar bulduğum karakterler oluyor. Kitabın dili de ayrı bir keyif. Mizah var, ama sorgulayıcı bir tonla. “Bak, şuradaki aynı ben” dediğiniz anda anlıyorsunuz ki, yazar sizle konuşuyor, sizi gözlemliyor, hatta belki biraz da sizi test ediyor. Kısa sayfa sayısına rağmen düşündürmeyi başarıyor, bazı cümlelerde durup içimde tekrar tekrar dönüp düşündüğüm oldu. Okuduktan sonra hissettiğim şey, Bu kitap küçük ama derin. Hayatın, hataların ve ikinci şansların üzerinde biraz daha uzun düşünmek isteyen herkesin okuması gereken bir kitap.
Bu kitap bana “zamana direnen duygular”ı hatırlattı. Kırk bir yıl… Düşünüyorum, bir insan kırk bir yıl boyunca bir başka insanı, bir sözü, bir anıyı, hatta belki bir ihaneti unutmadan yaşar mı? General yaşamış. Ve o bekleyişin, o sessizliğin, o gururun altında ne kadar büyük bir yalnızlık yattığını okudukça hissettim. İki eski dostun kırk bir yıl sonra karşılaşması… ama aslında bu, iki kalbin birbirine söyleyemediği her şeyin hikayesi. Henrik’in içinde taşıdığı o sitemi, o gururu, o kırgınlığı hissettim. Bazen konuş artık dedim, bazen susmak belki de daha doğru diye düşündüm. Bazı ilişkiler bitmez, sadece sessizce tükenir sanırım.. “İnsan önemli soruları sonunda daima bütün hayatıyla cevaplar.” Bu cümleyi unutmam sanırım. Çünkü bazen kelimelerle değil, hayatımızla veriyoruz cevabı.
Moder hayatın hızına kapılıp kendi iç sesimizi unuttuğumuzu hatırlatan derin ve sakin bir kitap. İnsan ilişkilerinin yüzeyselleştiği çağda bize yavaşlamayı, kalbimizi dinlemeyi ve duygularımızı yeniden sahiplenmeyi öğütlüyor. Günümüz kültürünün dayattığı yapay mutluluklara karşı, gerçek huzurun sadeleşmekte ve içimize dönmekte saklı olduğunu söylüyor. Okurken kendimi hem sorguladım hem de ferahladım. Ruhunu dinlemek isteyen herkese tavsiye ederim.
“Az Düşün Uzun Yaşa” bana kalırsa, düşüncelerin bizi yönetmesine izin vermek yerine onlarla nasıl ilişki kurabileceğimizi öğreten değerli önemli bir kaynak. Basit bir kişisel gelişim kitabından daha fazla, çünkü bilişsel ve zihinsel süreçlere dair bilinç kazandırıyor. “Düşüncelere takılma, onlara esir olma” fikri pek çok insan için dönüştürücü olabilir.
Tabi ki her teknik herkese aynı şekilde etki etmeyebilir; sabır, uygulama ve belki de profesyonelle eşzamanlı olarak kullanım önemli. Fakat fikir olarak ve ruhsal rahatlık arayışı içindekiler için bu kitap oldukça faydalı.
Ferhat Kardaş’ın İrade Eğitimi kitabı insanın kendini yönetme becerisi, hedeflerine sadık kalabilme ve özdisiplin geliştirme gibi konuları ele alan pratik bir kişisel gelişim kitabıdır. Yazar, iradenin doğuştan gelen bir özellik olmadığını, bilinçli şekilde eğitilerek geliştirilebileceğini vurgular. Kitabın temel amacı, okuyuculara bu eğitimi nasıl gerçekleştirecekleriyle ilgili yol haritası sunmaktır.
Roman, 16 yaşındaki Holden Caulfield’ın gözünden anlatılır. Holden, okuldan atılmak üzere olduğu için evine dönmeden önce New York’ta birkaç gün geçirir. Bu süre boyunca şehirdeki insanları gözlemler, kendini ve dünyayı sorgular.
Holden’in içsel çatışmaları ve dünyaya karşı yabancılaşması, romanın ana fikrini oluşturur. O sahte yapay olarak gördüğü yetişkin dünyasına karşı çocukların masumiyetini koruma arzusundadır. Bu istek, romanın başlığına da yansır “Çavdar Tarlasında Çocuklar” metaforu, çocukların masumiyetini korumaya çalışan bir bekçiyi simgeler.
Çavdar Tarlasında Çocuklar”, ergenlik bunalımı, toplum eleştirisi ve insan psikolojisinin inceliklerini işlemiş. Kitap, özellikle genç okuyucular için kimlik, büyüme ve masumiyet kavramlarını sorgulatan klasik bir eser niteliğinde.
Kırmızı Pazartesi, daha ilk cümlesinde Santiago Nasar’ın öldürüleceğini söylüyor ;
“O gün Santiago Nasar öldürüleceğini daha sabahın erken saatlerinde öğrenmişti.”
Okur, “Sonunu biliyorsam neden okuyayım?” diye düşünebilir fakat asıl mesele son değil, oraya giden yolun kaçınılmaz ve trajik oluşu. Küçük bir Latin Amerika kasabasında herkesin işleneceğini bildiği bir cinayet, göz göre göre gerçekleşir. Marquaz, gazeteci titizliğiyle tanık ifadelerini, dedikoduları ve resmi kayıtları harmanlar. Parça parça verilen bilgiler, kırık bir aynanın parçaları gibi birleşerek olayın bütününü ortaya çıkarır.
Roman, kader ile toplumsal sorumluluk arasındaki sınırı sorgulattı. “Biliyorduk ama engellemedik” diyen onlarca tanık, okura derin bir suç ortaklığı hissi yükler. Marquez, bu ilgisizliği şu satırlarla yansıtır ;
“Hiç kimse, olacağı kesin olan bir cinayeti engellemeye yeltenmedi.”
Dil yalın, tempo hızlı, anlatım soğukkanlı. Ne dramatik sahneler uzatılıyor ne de duygular abartılıyor. Bu soğukkanlılık, hikayenin ağırlığını daha da hissettiriyor. Sanki bir gazete haberi okur gibi, ama satır aralarında insan ruhunun en kırılgan yanına dokunuyorsunuz.
Kısacası, Kırmızı Pazartesi, “sonunu bildiğim halde nefesimi tutarak okudum” dedirten, kısa ama ağır etkili bir roman. Kader mi, ihmal mi, yoksa ikisi birden mi? Marquez, bu soruyu okurun zihnine ustalıkla bırakıyor;
“Yaşam, başımıza gelecekleri önceden bilseydik bile, değiştiremeyeceğimiz bir kaderden ibaretti…”
Cemil Meriç’in Bu Ülke adlı eseri, sadece bir düşünce kitabı değil aynı zamanda bir arayışın, sarsıntının, öfkenin, sevdanın ve en çok da bu topraklara duyulan derin bir bağlılığın çığlığıdır. Fikirleriyle sınırları aşan Meriç, bu kitapta okura sadece düşüncelerini değil, kalbini de açar.
Kitap boyunca Cemil Meriç, Batı ve Doğu arasındaki gelgitlere, aydın kimliğine, entelektüel duruşa ve Türkiye’nin düşünce dünyasındaki sancılara dair çok katmanlı bir bakış sunar. Her sayfada sorular sorar, yerleşik kalıpları sorgular, ezberleri bozar.
“Bu ülke” diye başladığı her cümlede aslında sadece bir coğrafyayı değil, bir zihniyeti, bir medeniyet tasavvurunu ve yitirilmiş olanı arar. Dili zaman zaman sert, zaman zaman şairanedir. Ama her daim içten ve düşünmeye çağırıcıdır.
Meriç’in kitabı bir fikir atlası gibidir. Her yazı, her paragraf, bir düşüncenin izini sürerken okuru kendi ülkesine, tarihine, kültürüne yeniden bakmaya zorlar. Bu yönüyle kitap, sadece bir okuma değil bir yüzleşme, bir yeniden anlamlandırma deneyimidir.
Eğer düşünmeye, sarsılmaya ve bakmayı değil görmeyi istemeye hazırsan, Bu Ülke senin için.
Hasan Öztürk’ün Yazdıkça ve Yaşadıkça Edebiyat adlı eseri, yalnızca bir deneme kitabı değil, aynı zamanda bir edebiyat yürüyüşünün, düşünsel bir iç yolculuğun iz düşümü. Her bir yazıda hayatla edebiyat arasındaki geçişgenliğe tanıklık ediyoruz. Hasan Öztürk, yaşadıklarını yazıya dönüştürürken, yazdıklarıyla da hayatı yeniden anlamlandırıyor.
Kitap, tek bir konuya saplanmadan mutluluk, çevre, dil, sanat, birey, toplumsal yapı gibi birçok meseleyi içten ve derinlikli bir biçimde ele alıyor. Edebiyata tutkuyla bağlı birinin kaleminden çıkan bu metinler, okuyucuyu yalnızca bilgiyle değil, duyguyla da besliyor.
Öztürk’ün denemeleri, didaktik değil, aksine davetkar. Okuyucuyu sorgulamaya, düşünmeye, hatta itiraz etmeye çağırıyor. Yazının okurla tamamlandığını hatırlatıyor sık sık. Bu yönüyle, metinler yalnızca okunmuyor üzerine düşünülüyor, altı çiziliyor, tartışılıyor.
Kitabın en dikkat çeken bölümlerinden biri, hayali bir “yazarlar masası” kurarak farklı dönemlerden edebiyat ve sanat insanlarını aynı metinde buluşturması. Halit Ziya ile Rilke’yi, Tanpınar’la Van Gogh’u bir araya getiren bu sayfalar, okuru sadece edebi değil, zihinsel bir diyaloğun da içine çekiyor.
“Yazdıkça ve Yaşadıkça Edebiyat”, her yaştan ve her birikimden okura seslenebilecek bir kitap. Ama özellikle kalemiyle hayata temas etmek isteyenler için ayrıcalıklı bir kaynak niteliğinde. Çünkü Öztürk, yazmayı bir eylem olarak değil, bir varoluş biçimi olarak görüyor.
Kitap bende müthiş bir iz bıraktı. Kapağını kapattıktan sonra uzun süre sustum. Çünkü George Orwell’in 1984’ü yalnızca bir roman değil, aynı zamanda içimizi kıyıya vuran bir uyarı metni, bir kabus senaryosu gibi. Ve belki de en çarpıcısı, bu kabusun artık bize hiç de uzak olmaması.
Hikayenin merkezinde Winston Smith adında sıradan bir devlet memuru var. Dışarıdan uyumlu, içeriden sorgulayan bir karakter. Yaşadığı dünyada düşünmek bile suç sayılıyor. Her şey gözetim altında, Duygular, kelimeler, ilişkiler, hatta hafızalar… Gerçeği devlet tanımlıyor, geçmiş yeniden yazılıyor, birey silikleşiyor. Ve biz bu sistemin içinde bir adamın “insan” kalma mücadelesine tanıklık ediyoruz.
Roman boyunca en çok hissettiğim duygu: “boğulma” oldu. Kelimelerin bile kontrol altında olduğu bir evrende, özgürlüğün ne kadar hayati olduğunu düşündüm. Sessiz bir çığlık gibi yankılanan satırlar var. Ve Orwell’in yazdıkları, ne yazık ki sadece kurgu değil bazı yerlerde gerçeğin birebir yansıması.
George Orwell’in dili yalın ama sert. 1984, sürükleyici bir roman değil sarsıcı bir roman. Zihni yoran, vicdanı dürten, düşündükçe büyüyen bir kitap.
Bu kitap sadece bir bilimkurgu değil, aynı zamanda bir politik uyarı, bir insanlık dersi. Zihin kontrolü, propaganda, gözetim, gerçekliğin manipülasyonu gibi kavramları düşündüğümüz bir çağda, Orwell bize diyor ki:
Birinci Dünya Savaşı’ndan dönen bir aydının Anadolu köyüne sığınmasıyla başlayan bu roman, hayal edilen halkla gerçek halk arasındaki farkı gözler önüne seriyor. Ahmet Celal, ne köylüleri anlayabiliyor ne de onlar tarafından anlaşılıyor. Bu karşılıklı yabancılaşma, romanın merkezine oturuyor.
Yaban, aydın halk çatışmasını, yalnızlığı ve aidiyet arayışını güçlü bir dille işliyor. Döneminin ruhunu yansıtan bu eser, Türk edebiyatında özel bir yere sahip.
Kitap bende derin izler bırakan, kapağını kapattıktan sonra uzun süre düşündüren bir roman oldu. Zülfü Livaneli yine hem anlatımıyla hem de işlediği konularla beni etkiledi.
Hikayenin merkezinde Maya adında bir kadın var. Sıradan bir üniversite çalışanıyken, hayatı bir anda değişiyor. Almanya’dan gelen yaşlı profesör Max Wagner ile çıktığı yolculuk, onu sadece fiziksel olarak değil, içsel olarak da uzun bir serüvene sürüklüyor. Bu yolculukta hem kendi geçmişiyle yüzleşiyor hem de tarihin unutulmuş, görmezden gelinmiş bir sayfasını aralıyoruz: Struma faciası.
Roman boyunca en çok hissettiğim duygu “yüzleşme” oldu. Geçmişle, yapılan hatalarla, suskunlukla… Ve bu yüzleşmeyi hem bireylerin hem toplumların yaşaması gerektiğini düşündüm.
Zülfü Livaneli’nin sade ama güçlü anlatımı, İstanbul’un atmosferi, Boğaz’ın hüznü ve karakterlerin içsel dünyası o kadar gerçekçi ki, okurken zaman zaman durup düşündüğüm oldu. Hele ki sonlara doğru, bazı sahnelerde gözlerim dolmadan edemedim.
Bu kitap sadece bir aşk romanı değil. Aynı zamanda vicdan, tarih, kimlik ve insanlık üzerine yazılmış çarpıcı bir hikaye. Yaşanmış bir olaydan yola çıkarak bizi tarihle yüzleştiriyor ve bunu yaparken de duygu dünyamıza dokunuyor.
Eğer tarih kokan, ama aynı zamanda duygusal derinliği olan kitapları seviyorsanız, Serenad sizi fazlasıyla tatmin edecektir. Okuyun, okutun.
Roman, küçük bir sahil kasabasında yaşayan balıkçı Mustafa ile eşi Mesude’nin hikayesiyle başlıyor. Çocuklarını kaybetmenin büyük acısını yaşayan çiftin hayatı, bir gün denizde buldukları göçmen bir bebekle değişiyor. Bu noktadan sonra roman, sadece onların değil, milyonlarca mültecinin yaşadığı trajediyi de gözler önüne seriyor.
Livaneli bu romanda sadece bir ailenin değil, tüm dünyanın vicdanıyla yüzleşmesini sağlıyor. Özellikle Ege kıyılarında yaşanan mülteci trajedilerini sade bir anlatımla, romantikleştirmeden ve ajitasyona kaçmadan aktarıyor. Doğanın gücü, insanların acımasızlığı ve iyiliğin sessiz ama kararlı hali, sayfalar arasında yankılanıyor.
İnsana hem hüznü hem de umudu aynı anda yaşatan bir roman. Eğer bir gün sadece edebiyat değil, insanlık üzerine düşünmek isterseniz, Balıkçı ve Oğlu tam da o gün için doğru bir kitap.
Hepimizin içinde bir çocuk var… Görülmek, sevilmek, anlaşılmak isteyen bir çocuk. Doğan Cüceloğlu bu kitapta o çocuğu fark etmemizi, anlamamızı sağlıyor.
Yalın ama derin anlatımıyla, geçmişe dönüp kendinle yüzleşmeni sağlıyor. Kırılgan yanlarını reddetmek yerine, sarılmanın kıymetini hatırlatıyor.
Bu kitap bir “seyahat” değil,bir içsel sarsıntılar dizisi. Tezer Özlü’yü ilk kez bu kitapla tanıdıysanız, onun kırılganlığının ne kadar derin, ama aynı zamanda ne kadar bilgece olduğunu hemen fark edersiniz. Kitap boyunca coğrafyalar değişiyor, şehirler, sokaklar, tren istasyonları, oteller… ama bir şey sabit kalıyor, ruhundaki o dipsiz boşluk.
Yazar, kimi zaman Kafka’nın Prag’ında dolaşırken onun ruhuna dokunmaya çalışıyor, kimi zaman Pavese’nin intiharla noktalanmış yaşamının izlerini sürüyor. Ama aslında tüm bu yolculuk, kendi varoluşunu anlamaya çalışan bir kadının iç monologlarıyla örülü. Zaman zaman delilikle sınanmış bir benliğin, geçmişteki acıları didik didik eden bir zihnin kitabı bu. Anlatımı sade ama bir o kadar yoğun, kimi cümleler sanki içinden sökülüp alınmış gibi acıtıyor.
Canım Canan Tan. Bana kitapları sevdiren kadın. Kütüphanemde en güzel köşe onun kitaplarına ait. Yine beni çok etkileyen kitaplarından biri.
Zilan… Bir kadının, bir halkın, bir yüreğin hikayesi. Doğu’da büyüyüp Batı’da kendini arayan bir kadın. Köklerinden kopmadan sevebilir mi insan? Ya da bir aşk, insanın geçmişini unutturur mu?
Sadece aşkı değil,aidiyeti, kimlik arayışını, göçü, kültürel baskıları da anlatıyor. Okurken hem Zilan’ın iç sesi oluyorsunuz hem de kendi hayatınızı sorguluyorsunuz. Bazı bölümler durup uzun uzun düşündürüyor “Ben olsam ne yapardım?” diye.
Dili sade, duygusu yoğun. Özellikle iç monologlar çok güçlü. Kitabın adı gibi, gerçekten de sayfalar ilerledikçe içimde bir yerler sızladı.
“Kimi acılar vardır, adını bile koyamazsın. Sadece içinde bir yerlerde sızlar durur…”
Lise son sınıfta okuduğum, hala adını duyunca gözlerimin dolduğu bir kitap.
Canan Tan, bu kez kalbimize çok tanıdık bir yara bırakmış kitapta.. Aşk, dostluk, beklentiler ve hayatın değişmeyen gerçekleri… En Son Yürekler Ölür, bir tesadüf gibi başlayan ama derin yaralarla sonlanan bir aşk hikayesinin ötesinde,aslında hepimizin kendine sakladığı duygulara bir ayna.
Lale ve Mehmet’in yolları İzmir de kesişiyor. Kimi aşk için yeniden doğar, kimi ise yavaş yavaş ölür. Bu romanda en çok bunu hissettim.. Sevmek bazen yetmiyor. Sadakat, güven, dostluk dediğimiz şeyler kolayca kırılıyor. Ve en son ne ölür biliyor musunuz? Yürek… ama o da bir yere kadar.
Lale’nin duygusal dünyasında gezinirken çoğu zaman sustuğum yerlerde onun sesi oldum. Mehmet’te ise birçok “kararsız” insanın yüzünü gördüm. Romanda beni en çok etkileyen şey ise Canan Tan’ın duyguları gözümüzün önünde sanki sahne sahne yaşatması oldu. Her duygu gerçek, her yara sahici…
Bende iz bırakan kitaplardan.. Eroinle Dans, genç yaşta uyuşturucu bataklığına saplanan bir gencin hayatını, ailesini, ilişkilerini ve içsel savaşını anlatan etkileyici bir roman. Canan Tan, bu kitapta okuru bir ailenin dramına ortak ederken aynı zamanda bağımlılığın birey ve çevresi üzerindeki yıkıcı etkilerini gözler önüne seriyor.
Canan Tan, cesur bir konuyu seçmiş. “Uyuşturucu” gibi tabu sayılabilecek bir meseleyi genç bir kadının hayatı üzerinden anlatmak ciddi bir risk. Ancak Tan, bu riski edebi gücüyle dengelemiş. Lale’nin düşüşü öyle gerçekçiki, bazen sayfaları çevirmek bile zorlaşıyor. Özellikle aile dinamikleri ve toplumun gençler üzerindeki baskısı çok başarılı işlenmiş.
Kitap boyunca Lale’ye kızdığınız, üzüldüğünüz, umutlandığınız anlar oluyor. Yazar, karakter psikolojisini ustalıkla vermiş. Eroin sadece bir madde değil, adeta bir karakter gibi kitapta yer alıyor sinsi, cazip ve yıkıcı.
Başkarakter Duygu’nun yıllar sonra gelen bir davetle geçmişe dönmesi, okuyucuyu da kendi hayatındaki eksik kalmış hikayeleri sorgulamaya itiyor. Bazen bir mektup, bazen bir suskunluk, bazen de bir bakış nasıl bir ömür boyu iz bırakabiliyor, onu fark ediyorsunuz.
Yazarın anlatımı sade ama duygu yüklü. Karakterler gerçek gibi.. ne fazla idealize edilmişler ne de abartılmış. Her biri içimizden biri gibi.
Eğer bitmemiş cümleler, yarım kalmış duygular ve geçmişin gölgesinde kalan hikayeler seni etkiliyorsa, bu kitap seni içine çekecek. Bazı kitaplar biter ama hissettirdikleri uzun süre bizimle kalır ya, İz işte tam da öyle.
Roman, Ayla ve Cemal’in imkansız aşkı etrafında dönüyor. Ayla, Türk milliyetçisi bir ailede büyümüş bir genç kız..Cemal ise Doğu’nun köklü gelenekleriyle yoğrulmuş, Kürt kökenli bir genç. Bu iki karakterin yolları kesiştiğinde, sadece duygularıyla değil, geçmişleriyle, aileleriyle ve toplumla da yüzleşmeleri gerekir.
Hasret, aşk romanı olmanın çok ötesinde bir kitap. Yazar, Türkiye’nin doğu-batı ayrımını, etnik kimlikler arasındaki gerilimleri ve aile içi baskıları oldukça gerçekçi bir şekilde işliyor. Kitap, okuyucuyu sadece bir aşk hikayesine değil, aynı zamanda toplumsal yaralarıda gözler önüne seriyor.
Canan Tan’ın sade ama etkileyici anlatımı, okuyucuyu kolayca içine çekiyor. Diyaloglar samimi, betimlemeler güçlü. Yer yer hüzünlü, yer yer umut dolu bir dil kullanılmış. En çok da şu sorgulama öne çıkıyor; Sevgi mi kazanır, yoksa geçmişin yükü mü?
Sinekli Bakkal, güçlü bir kadın karakterin gözünden, değişen bir toplumun hikayesini anlatıyor. Tarihi, kültürü, dini, sanatı, kadını ve çatışmayı bir arada sunan bu roman..hem duygusal hem düşünsel olarak derin bir iz bırakıyor. Sadece edebi bir eser değil, aynı zamanda bir toplumsal okuma metni.
Feraye, daha çocuk yaşta evlendirilmiş, kadın kimliğine zorla itilmiş bir kız çocuğu. Hayatını başkalarının kurallarıyla yaşamak zorunda kalmış biri… Ama zamanla içinde başka bir kadın doğuyor,Şahika. Sessizliğe haykıran, direnç gösteren tarafı…
Sinan Akyüz, gerçekliğin kalbine dokunan bir dille anlatıyor bu hikayeyi. Ferayeyi okurken onunla birlikte yutkunuyorsun, ağlıyorsun, öfkeleniyorsun. Töreye, susturulmuşluğa, kabullenmeye karşı sessiz ama güçlü bir isyan var bu kitapta.
Her kadının içinde bir Feraye, her Feraye’nin içinde bir Şahika olabilir. İşte bu yüzden bu roman sadece bir kurgu değil,bir hakikat aynası.
Sinan Akyüz’ün yine bende iz bırakan kitaplarından..
Romanın merkezinde, adeta hayata ve kendine yabancılaşmış bir kadın karakter varr. Onun hikayesini okurken kendi iç hesaplaşmalarımla yüzleştim. Kaybettiklerimi, vedaları, yarım kalmış cümleleri düşündüm. Ve en çok da aşkı… Hani sadece sevmek değil mesele, bazen aşkın içinde kendini bulmak ya da kaybetmek.
Kitabın dili akıcı, sürükleyici. Ama beni asıl çeken, duyguların samimiyetiydi. Hiç süslenmemiş, olduğu gibi. Bazı sayfalarda gözüm doldu, bazı sayfalarda sustum, kendi içime döndüm. Yazarın insan psikolojisine olan hakimiyeti, metni sıradan bir aşk romanının çok ötesine taşıyor.
En etkilendiğim kitaplar arasında ilk on sıralamasında yer alan kitaplardan..
Bu kitabı okurken içim defalarca burkuldu. Piruze’nin yaşadıkları öyle derin, öyle gerçekti ki zaman zaman kendimi onun yerinde düşündüm. Aşkla başlayan bir hikayenin, ne kadar ağır bir hayalkırıklığına ve esarete dönüşebileceğini gördüm bu sayfalarda. Bir kadının hem eş hem anne olarak ne büyük acılarla baş etmek zorunda kaldığını, kendi ülkende bile bazen ne kadar çaresiz hissedilebileceğini anlatıyor.
Sinan Akyüz’ün dili çok akıcı, okurken sanki biri oturmuş da bana başından geçenleri anlatıyormuş gibi hissettim. Kitabı elimden bırakamadım. Zaten hikayenin gerçek bir olaydan ilhamla yazıldığını bilmek, yaşananların etkisini daha da artırıyor.
Benim için sadece bir roman değil, bir annenin, bir kadının, bir insanın var olma mücadelesiydi bu. Ve son sayfayı kapattığımda içimde hem bir burukluk, hem de büyük bir saygı kaldı.
Sinan Akyüz’ün yine beni Bosna’ya götürdüğü kitaplardan biri. Tarihin acımasız sayfalarından birine… 1990’ların başında Bosna’da yaşanan insanlık suçu, kitabın satırlarında bir kadının gözünden anlatılıyor.. Aida. O sadece bir karakter değil,anneliğin, direnişin, kırılmış onurun ve hala dimdik ayakta kalmanın sembolü.
Kitapta aşk var ama romantik bir serap değil bu aşk..Yarım kalmış, yağmur altında ıslanmış, zamanla sınanmış bir aşk. Aynı zamanda hayatta kalmaya çalışan bir kadının, tüm zorluklara rağmen içindeki umudu kaybetmeme çabası var.
Kitabı okurken insanın boğazında bir yumruyla ilerlediği ama sonunda insanlığa dair bir inancı içinde yeşerten bir kitap.
Bazı kitaplar vardır, size sadece bir hikaye anlatmaz,sanki iç sesinizle konuşur, sizi sizle yüzleştirir. İstanbullu da benim için öyle bir kitap. Buket Uzuner’in kaleminden dökülen her cümle, İstanbul’un kalabalığında kaybolmuş hislerime dokundu. Özellikle büyük şehirlerde büyümüş yada bir şekilde o şehrin yükünü omuzlarında taşıyan biriyseniz, bu roman sizi çok tanıdık bir yerden yakalıyor.
Ana karakterin İstanbulla olan bağı, zamanla kendi hayatımla kurduğum ilişkiyi sorgulamama neden oldu. Çünkü bazen yaşadığımız şehirle ilişki kurarız, severiz, kırılırız, kaçmak isteriz ama bir türlü kopamayız. Kitaptaki kadın karakterin geçmişiyle, ailesiyle ve kendi iç sesiyle hesaplaşması o kadar sahiciydi ki..
Buket Uzuner’in dili her zamanki gibi sade ama derin. Abartıya kaçmadan, İstanbul’un o hüzünlü güzelliğini, geçmişin izlerini ve kadın olmanın yorgunluğunu öyle güzel anlatıyor ki, kitabı bitirdiğimde sadece bir hikaye değil, bir his bırakmıştı bende. Birkaç gün boyunca zihnimde hep o cümleler dolandı “İstanbul insanı unutur ama affetmez.”
Bu kitabı okurken İstanbul’u bir şehir değil, bir karakter gibi gördüm. Kimi zaman sıcak, kimi zaman hoyrat, ama hep gerçek.
Kitap boyunca bireyin çocukluk yaşantıları, aile yapısı ve toplumsal kalıplar üzerinden nasıl şekillendiği anlatılıyor. alışkanlıklarımızın, korkularımızın ve iç sesimizin kaynağına inmemiz gerektiğini,çünkü çoğu zaman özgür olduğumuzu sanarken aslında görünmeyen zincirlerle yaşadığımızı vurguluyor.
Yalın, samimi ve okuyucuyu doğrudan iç dünyasıyla yüzleştiren bir anlatımı var. Her bölümde durup düşünmeye, kendi yaşamını sorgulamaya davet ediyor insanı. Özellikle “sahici yaşamak” kavramı kitapta kilit bir yer tutuyor. Gerçek özgürlük, sahicilikle ve kendini tanımakla başlıyor.
İnsan İnsana, modern hayatın hızında unutulan gerçek insan olma halini hatırlatan, durup düşünmeye sevk eden bir kitap. Kendini tanımak, başkalarını anlamak ve daha derin, daha insani ilişkiler kurmak isteyen herkes için anlamlı bir kaynak.
Doğan Cüceloğlu, bu eseriyle sadece bir kitap bırakmıyor bize,aynı zamanda bir çağrı yapıyor: Daha fazla “insan olalım”, daha fazla “insana değelim.”
“Var mısın?” , Doğan Cüceloğlu’nun bilgi birikimini, yaşam tecrübelerini ve tutkusunu yansıtan, insanı hem içsel keşfe hem de toplumsal sorumluluğa çağıran bir şaheser. Kendini geliştirmek, daha güçlü ve bilinçli bir birey olmak isteyen herkese “var mısın?” diyor.
Bu kitabı okurken defalarca durup derin nefes aldım. Çünkü sayfalarda sadece bir hikaye değil, bir insanın bütün hayatına yayılan acılar vardı. Meyra, bana göre bir romandan çok daha fazlasıydı. Gerçek bir savaşın, gerçek bir kadının gözünden anlatıldığı, insanın içini titreten bir itiraf gibi.
Meyra’nın yaşadıkları, öyle uzakta bir coğrafyada, yabancı insanların başına gelmiş gibi değil.. sanki yanı başımda yaşanmış gibiydi. Annesiyle vedalaşmadan kaçışı, sığındığı yerlerde bile huzuru bulamayışı, korkuları, suskunlukları, direnişi… O kadar dokundu ki bana, sanki onunla birlikte ben de yaşlandım sayfalarda.
Kitap boyunca zaman zaman kendimi çaresiz, öfkeli, hatta suçlu hissettim. Bu kadar acının karşısında sessiz kalmak, unutmak, hiçbir şey olmamış gibi yaşamak… Meyra’nın gözünden dünyaya bakmak beni utandırdı diyebilirim.
Sinan Akyüz’ün dili sade ama yürek burkan. Olayları abartmadan ama yüzümüzü çevirme şansı da vermeden anlatıyor. Okurken çoğu zaman boğazım düğümlendi. Özellikle kadınların yaşadığı şiddeti ve sistemli istismarı okumak çok zorlayıcıydı. Ama bir o kadar da gerekliydi. Gerçekle yüzleşmeden iyileşmek mümkün değil, sanırım bunu en çok bu kitapta hissettim.
Şunu söyleyebilirim,Bu kitap herkese göre değil. Ağır, karanlık, can yakıcı. Ama ben böyle hikayelerin okunması gerektiğine inanıyorum. Çünkü her acı anlatılmasa da, anlatılmayı hak eder. Meyra, hem bir kadının sesi hem de bir halkın çığlığı gibi yankılanıyor içimde.
Okumayı düşünenlere tavsiyem, Hazırlıklı olun. Bu bir solukta okunacak türden bir kitap değil. Sayfalar ağır geliyor ama orada kalmaya değer. Çünkü her satırda insan olmanın yükü var.
“İnsanlar yalnız doğar, yalnız ölür ama arada bir yerlerde bir dostluk kurabilirlerse dünya biraz daha katlanılır hale gelir.”
Steinbeck’in “Fareler ve İnsanlar”ı, büyük buhran döneminde Amerika’nın kırsalında geçen, sade ama derin bir hikaye. Hikayenin merkezinde iki mevsimlik tarım işçisi var.George ve Lennie. George zeki ama fakir bir adam.. Lennie ise koca cüsseli, zihinsel engelli, çocuk gibi saf bir karakter. Birbirlerine tutunarak, bir gün kendi toprağında yaşama hayaliyle oradan oraya iş ararlar.
Kitabın en çarpıcı yönlerinden biri, hayallerin ağırlığı altında ezilen insanların trajedisini sade bir dille anlatması. Lennie’nin “bir tavşan çiftliğimiz olacak mı George?” sorusu, sadece bir hayal değil, aynı zamanda umut, masumiyet ve kırılganlıkla dolu bir haykırış gibi. Ama dünya o kadar acımasız ki, bu hayalin gerçekleşmesi neredeyse imkansız.
Steinbeck, kelime oyunlarına kaçmadan, süssüz bir anlatımla karakterlerin ruh halini bize geçiriyor. George’un içindeki sorumluluk duygusu, Lennie’nin fiziksel gücüyle baş edemeyen zihni dünyası, yan karakterlerin yalnızlığı, çaresizliği ve öfkesi… Tüm bunlar, kitabı kısa ama etkileyici bir deneyim haline getirmiş.
Belki de en çok sarsan, insanın insana yetememesi. George’un Lennie’ye hem bir abi, hem bir baba, hem bir arkadaş gibi davranması… Ama sonunda kaderin acımasızlığına boyun eğmesi… İşte o final sahnesi, öyle sade ama öyle güçlü ki, insanın içinde bir boşluk bırakıyor.
Kısa ama unutulmaz bir kitap. Birlikte olmanın kıymetini, hayal kurmanın bedelini, ve yalnızlığın sessiz çığlığını anlatıyor. Ve belki de en çok, “Biz insanız ama bazen en çok fareler kadar bile güvende değiliz.”
Sinan Akyüz’ün İncir Kuşları kitabını okurken kalbim gerçekten sıkıştı diyebilirim. Bosna Savaşı sırasında yaşanan insanlık dışı olayları, özellikle kadınların maruz kaldığı zulmü anlatıyor. Ama bunu öyle kuru kuru yapmıyor,Zlata’nın hayatı üzerinden, duygulara dokunarak anlatıyor. Zlata, savaşta her şeyini kaybeden ama yine de ayakta kalmaya çalışan bir kadın. Onun yaşadıkları, sadece onun değil, binlerce kadının sessiz çığlığı gibi. Kitabı okurken yer yer gözlerim doldu, yer yer öfkelendim.
Yazarın dili sade ama vurucu. Sanki Zlata yanımda oturmuş da bana başından geçenleri anlatıyor gibiydi. Bu kitap sadece bir roman değil bence.. vicdanla, insanlıkla yüzleşme fırsatı da sunuyor. Okuduktan sonra bir süre hiçbir şey düşünmek istemedim. Çünkü bazı acılar o kadar gerçek ve ağır ki, kelimeler yetmiyor. İncir Kuşları, kolay okunuyor ama asla kolay unutulmuyor.
Filistin direnişinin simge isimlerinden Abdullah Galip’in, yani asıl adıyla Abdullah el-Bergusi’nin kaleme aldığı “Yoldaki Mühendis”, yalnızca bir hayat hikayesi değil,aynı zamanda bir inancın, bir mücadelenin ve bir ruhun zindanda bile teslim olmadan nasıl dimdik durabileceğinin canlı bir belgesidir.
Kitap, İsrail tarafından 67 müebbet ve 5200 yıl hapis cezasına çarptırılmış bir adamın kaleminden çıkıyor. Bu gerçek bile başlı başına bir ağırlık taşıyor. Bergusi, yalnızca siyasi bir figür değil, aynı zamanda düşünceleriyle, ilkeleriyle ve yaşadıklarıyla insanın içini sarsan bir anlatıcı.
Anlatımı sade ama etkileyici. Her kelime, her satır bir çığlık gibi. Gözaltı merkezlerinde geçen geceler, hücrede geçen aylar, direnişin anlamı ve insanın iç dünyasındaki sarsıntılar… Tüm bu detaylar öyle yalın ama derin bir şekilde aktarılıyor ki, zaman zaman okurken nefes almakta zorlanıyorsunuz.
“Yoldaki Mühendis”, bir mühendisin hesap kitap dünyasından çıkıp vicdan terazisine doğru yürüyüşünü anlatıyor. O artık sadece yolları, yapıları değil, kalpleri, zihinleri, umutları da inşa ediyor.
Bu kitap politik bir anlatıdan çok daha fazlası. İçinde inanç, acı, sabır, ümmet bilinci, yalnızlık ve sonsuz bir özgürlük özlemi var. Tüm bu duygularda, kelimelerin arasından sızarak okuyucunun yüreğine çarpıyor.
Roman, İngiltere’nin ıssız ve rüzgarlı kırsalında geçen iki ailenin,Earnshaw’lar ve Linton’ların çalkantılı hikayesini anlatır. Merkezde ise Heathcliff ve Catherine’in tutkulu ama bir o kadar da yıkıcı aşkı yer alır. Bu aşk, yalnızca iki kişiyi değil, kuşaklar boyu sürecek bir zinciri de peşinden sürükler. Heathcliff’in dışlanmışlığı ve intikam arzusu, onu bir anti kahramana dönüştürürken,Catherine’in kararsızlığı ve sosyal kaygıları, trajediyi körükler.
Bazı kitaplar vardır,bitirdiğinizde iç dünyanızda bir fırtına eser, sanki karakterlerin duyguları sizin kalbinize de uğrayıp geçmiştir. Uğultulu Tepeler tam olarak öyle bir roman.
Emily Brontë bu tek romanıyla bize sadece bir aşk hikayesi değil, derin bir öfke, tutku, intikam ve hırs öyküsü anlatıyor. Heathcliff ve Catherine… Belki de edebiyat tarihinin en çarpıcı, en sarsıcı ikilisi. Ne tam olarak sevilirler ne de nefret edilirler. Çünkü insana ait her duyguya dokunurlar.
Kitabın atmosferi sürekli bir gerginlik içinde,doğa bile karakterlerin ruh haliyle yarışıyor sanki. Rüzgar, sis, uğultular… Hepsi iç dünyayı dışa vuruyor. Bu yüzden roman hem gotik hem de psikolojik bir derinlik taşıyor. Bazı yerlerde ağır ilerlese de bu dilin, anlatımın bir parçası ve dönemin ruhunu yansıtıyor.
Uğultulu Tepeler, huzur değil, çalkantı arayanların romanı. Kırık kalplerin, bastırılmış öfkelerin ve geri dönülemeyen kararların hikayesi. Bittiğinde biraz yorgun ama bir o kadar da etkilenmiş hissediyorsunuz.
Eğer klasiklerden duygusal derinlik bekliyorsanız ve karakterlerin “iyi” ya da “kötü” değil, “insani” olduğu romanları seviyorsanız bu kitap size çok şey katabilir.
Hayatın yükleriyle boğuşurken kendi iç sesimizi duymayı çoğu zaman unuturuz. Savaşçı, tam da bu sessizliği delen bir kitap. Korkularını tanıyan, sınırlarını aşan ve kendi yolunu çizen herkesin içindeki savaşçıyı uyandırmak için yazılmış. Doğan Cüceloğlu’nun içten ve derinlikli anlatımı, insanın içsel gücünü fark etmesine ve yaşamını anlamlandırmasına ışık tutuyor.
Cüceloğlu,kitabı boyunca psikolojik dayanıklılığın, kendini tanımanın ve yaşam amacı belirlemenin önemini sade ama etkileyici bir dille anlatıyor. Kitaptaki diyaloglar ve örnekler okuyucunun kendini sorgulamasını sağlıyor.. çünkü anlatılan “savaşçı” aslında hepimizin içinde var olan o güçlü,ama çoğu zaman bastırılmış yan.
En dikkat çekici yönlerinden biri, teorik bilgilerin hayattan alınmış örneklerle harmanlanması. Bu sayede kitap akademik olmaktan çıkıp samimi ve öğretici bir yoldaş halinee geliyor. Özellikle hayatının bir döneminde kendisiyle yüzleşmek isteyen,içsel gücünü keşfetmek isteyen herkes için bir başucu kitabı.
Kitap, Bosna Savaşı sırasında Sırp askerler tarafından kaçırılan ve yıllarca esir tutulan Leyla adında genç bir kızın dramatik yaşam mücadelesini anlatıyor. Leyla, savaşın kirli yüzünü kadınların yaşadığı acılar üzerinden gözler önüne seriyor.
Bosna Savaşı’nı gazetelerin soğuk başlıklarından değil, bir kadının yaşadığı tarifsiz acıların içinden okuduğunuzda gerçek yüzüyle karşılaşıyorsunuz. Alexandra Cavelius’un kaleme aldığı Leyla, savaşın ortasında esir düşen genç bir kızın yaşadıklarını anlatıyor. Ancak bu yalnızca onun değil, susturulan, saklanan, utandırılan binlerce kadının hikayesi.
Leyla, bir gün ansızın hayattan koparılıyor. Geriye yalnızca direnci, gururu ve yaşama tutunma gücü kalıyor. Cinsel şiddetin, tutsaklığın ve aşağılanmanın ortasında bile insan kalabilmenin izini sürüyor kitap. Okurken hem öfkeleniyorsunuz hem de hayran kalıyorsunuz.Böylesine bir direniş nasıl mümkün olabilir?
Alexandra Cavelius gazeteci bakışıyla değil, insani bir duyarlılıkla yaklaşıyor konuya. Bu da anlatıyı daha vurucu, daha gerçek kılıyor. Satır aralarından utanç sızıyor… çünkü bu yaşananlar sadece bir dönemin değil, bugün hala süren sessizliğin de parçası.
Leyla sadece bir kişi değil, sesi bastırılmış binlerce kadının simgesi. Kolay okunmayan ama mutlaka okunması gereken kitaplardan biri. Özellikle toplumsal hafızayı diri tutmak ve kadınlara yönelik şiddeti anlamak isteyen herkes için çok kıymetli.
Bir tren garında başlayıp Anadolu’yu dolaşan hüzünlü bir baba oğul ve aşk hikayesi… Mustafa Kutlu’nun sade ama derin anlatımıyla, bir dönemin insanları, değerleri ve kaybolan güzellikleri gözler önüne seriliyor. Ne çok uzun ne de sıradan.İsmi gibi içten, etkileyici bir hikaye. Bitince sanki bir yolculuk daha tamamlanmış gibi…
Eski Mısır sadece piramitlerden ve firavunlardan ibaret değil. Turgut Yiğit bu kitapta, o dönemin inançlarını, toplum yapısını, gündelik yaşamını ve kültürel dünyasını derinlemesine anlatıyor. Akademik ama anlaşılır bir dille yazılmış. Mısır medeniyetine ilgi duyan herkesin kitaplığında yer alması gereken sağlam bir kaynak.
Ah lise dönemim,çocukluğum.. O dönemde okuduğum,beni maziye götüren bir kitap.
Aşk, bazen yürekle değil, kaderle yazılır. Canan Tan, bu eserinde okurunu bir Anadolu hikayesini içine çekiyor. “Yüreğim Seni Çok Sevdi”, iki farklı dünyanın, iki farklı kültürün insanlarının bir araya gelişini ve aşk uğruna verdikleri mücadeleyi anlatıyor.
Zilan,Diyarbakır’ın geleneksel yapısı içinde büyümüş ama iç dünyasında özgürlük ve sevgi arayan bir genç kadın. Murat ise Batıdan gelen, idealleri olan ve kalbinin sesini dinleyen bir adam. Onların aşkı, sadece iki insanın değil, iki farklı yaşam tarzının da savaşı gibi.
Roman boyunca aşkları, toplumsal baskılar, aile değerleri ve törelerle sınanıyor. Canan Tan, sadece duygusal bir aşk hikayesi yazmakla kalmıyor,aynı zamanda Doğu-Batı çatışmasını, bireyin özgürlük arayışını ve törelerin gölgesinde ezilen hayatları da gözler önüne seriyor.
Yazarın sade ve akıcı dili karakterlerin derinliği ve olay örgüsünün güçlü yapısı sayesinde kitap bir solukta okunuyor.
İmam Gazali’nin “Uzlet” kavramına dair düşünceleri,hem bireysel arınma hem de manevi olgunlaşma açısından İslam düşüncesinde derin bir iz bırakır. Ona göre uzlet, dünyadan tamamıyla kopmak değil, insanı Allah’a yaklaştırmayan meşguliyetlerden uzaklaşmaktır. Gazali, bu tercih için insanın nefsini, zamanın fitnelerini ve iç dünyasını dikkate alır. Toplumla ilişkiyi bütünüyle kesmek yerine, faydasız kalabalıklardan uzak durmayı öğütler. İlmi, ibadeti ve iç muhasebeyi merkeze alır. Ona göre uzlet, bir kaçış değil, bir inşa sürecidir. Kalbin dünya kirlerinden temizlenmesi ve hakikate yönelişi. Ancak bu, herkes için değil. içsel disiplini kurmuş, ilmi ve manevi donanımı sağlam bireyler için uygundur. Gazali’nin bu görüşleri, günümüzde bile içsel huzur arayanlar için güçlü bir rehberdir.
Tarih kitapları çoğu zaman ya çok kuru ya da çok yüzeysel olur. Ama Halil İnalcık bu dengeyi ustalıkla kuran ender isimlerden biri. Kısa Osmanlı Tarihi tam da adının vadettiği gibi, kısa ama derin, öz ama doyurucu bir anlatım sunuyor.
Kitap, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan çöküşüne kadar geçen yaklaşık altı yüzyıllık süreci, 128 sayfalık bir metne sığdırıyor. Bu kadar kısa bir metinle bu kadar yoğun bilgi aktarımı mümkün mü derseniz, Halil İnalcık mümkün olduğunu gösteriyor.
Kuruluş dönemindeki uç beylikleri, gaza anlayışı ve Bizans sınırındaki hareketliliği anlatırken, satır aralarından tarihsel çözümleme akıyor. Yükselme döneminde devlet yapısının nasıl sistemleştiğini, Kanuni’nin adalet anlayışını, Lale Devri’nin sadece bir zevk düşkünlüğü dönemi olmadığını da öğreniyorsunuz.
Kitabın en etkileyici yanlarından biri, Osmanlı’nın sadece bir savaş makinesi değil, aynı zamanda bir medeniyet taşıyıcısı olduğunu göstermesi. İnalcık, ekonomiden hukuka, toplumsal yapıya kadar birçok unsuru yalın bir dille aktarıyor.
Bir imparatorluğun yükselişini ve çözülüşünü okurken, sadece geçmişi değil bugünü de düşünüyorsunuz. Zira bu kitap, Osmanlı’nın tarihini anlatırken aslında bir milletin uzun yürüyüşüne de ışık tutuyor.
Kitabı elime ilk aldığımda “tarih ne kadar farklı anlatılabilir ki?” diye düşünüyordum. Ama birkaç sayfa sonra kendimi uç beyliğinin tozlu yollarında, saray koridorlarında, cephe hattında buldum. Bazı yerlerde durup düşündüm, “bu topraklar neler görmüş, neler atlatmış” diye. Halil İnalcık, sadece tarih anlatmıyor o tarihi sana yaşatıyor. En çok da Osmanlı’nın sadece bir savaş devleti değil, bir adalet ve düzen arayışı olduğunu öğrenmek etkiledi beni. Tarihle arası mesafeli olanlara bile iyi gelecek bir kitap.
Tarihe hep uzaktan bakarız, “olmuş, bitmiş” der geçeriz. Ama Halil İnalcık bu kitabıyla bizi o günlerin içine alıyor. Sanki Anadolu’nun işgali, Erzurum’da toplanan insanlar, mecliste yükselen sesler bugün yaşanıyormuş gibi. Kitabı okurken sadece bir tarih anlatısı değil, bir direnişin ruhunu hissediyorsunuz.
Kitapta 1908’den başlayıp Lozan Antlaşması’na kadar uzanan koca bir dönem, sade ve düzenli bir dille anlatılmış. İnalcık, Mustafa Kemal’in liderliğine geniş yer verirken, Sevr, Mudanya, Lozan gibi dönüm noktalarına sağlam analizlerle yaklaşıyor. Ancak sadece büyük isimler yok burada. Anadolu insanı, halkın dayanışması ve “milli irade” kavramı da kitabın ruhunu oluşturuyor.
Benim en çok etkilendiğim nokta, tarafsız ve belgeli anlatımı oldu. Dengeyi çok iyi kurmuş. Bir tarihçi gibi anlatıyor ama bir romancı gibi hissettiriyor.
Tarihe ilgi duyanlara değil sadece, bu toprakların nasıl savunulduğunu, ne bedellerle kurulduğunu anlamak isteyen herkese… Üniversite öğrencileri, öğretmenler, hatta lise çağındaki gençler için bile okunabilir bir kaynak.
Bryan Stevenson’ın Merhamet adlı kitabı, Amerikanın adalet sistemindeki derin haksızlıkları gözler önüne seren dokunaklı bir anlatı. Stevenson,yanlış suçlanan Walter McMillian davası üzerinden, ırkçılık ve adaletsizlikle dolu sistemi sorguluyor. Kitap, sadece hukuk mücadelesi değil, insan onuru, umut ve merhametle verilen bir savaşın hikayesi.
Stevenson’ın samimi ve akıcı dili, okuru doğrudan olayların içine çekiyor. Kitap, sistemdeki eksiklikleri gösterirken, umutsuzluğa kapılmamak gerektiğini de vurguluyor. Merhametin, gerçek adalet için ne kadar önemli olduğunu düşündürüyor.
Eğer adalet, insan hakları ya da sosyal eşitlik konularına ilginiz varsa, Merhamet kesinlikle okunmalı. Hem etkileyici hem de düşündürücü.
İnsanın kendi içine eğildiği o en derin ve karanlık boşlukta, Dostoyevski’nin Yeraltından Notları bekliyor. Ne bir kahraman, ne bir umut var bu kitapta. Aksine, kendi çürümesini seyreden bir adamın içsel itiraflarını, hınçlarını, utançlarını ve hesaplaşmalarını okuyoruz. Yeraltı Adamı’nın iç sesi bazen bizden bir ses oluyor, bazen de kulağımıza eğilip bizi yüzleştiriyor, hem dürüst, hem acımasız.
“Bilinç,hastalıktır” diyor yazar. Ve gerçekten de, düşündükçe hasta olduğunu fark eden bir adam anlatıyor kendini. Çünkü bazen düşünmek, insanı bir adım ileriye taşımaz. Bazen sadece daha da dibe çeker. Bu kitap da o dibe inişin günlüğü gibi.
Yeraltından Notlar, kısa ama kolay bir kitap değil. Cümleleri sade olsa da duygusu yoğun, hatta sarsıcı. Dostoyevski bu metinle bizi, kendimizden bile sakladığımız düşüncelerle baş başa bırakıyor. Okudukça rahatsız ediyor çünkü dürüst. Ama işte bu yüzden güçlü. Herkesin kolayca seveceği bir kitap değil belki, ama kim okursa okusun, içinden bir cümle çıkarıp cebine koyar mutlaka.
Harper Lee’nin Bülbülü Öldürmek adlı kitabı, okuduğum en etkileyici ve içten hikayelerden biri oldu. İlk sayfalardan itibaren küçük Scout Finch’in dünyasına adım attım ve onun gözünden gördüğüm kasaba hayatı, hem sıcak hem de bir o kadar karmaşık geldi bana. Scout’un çocuk safiyeti ve merakı, romanın ağır konularını özellikle ırkçılık ve adalet sorunlarını daha anlaşılır ve dokunaklı kılıyor.
Kitap, 1930’ların Amerikasında, Alabama’nın Maycomb kasabasında geçiyor. Scout, abisi Jem ve babaları Atticus Finch’in etrafında şekillenen olaylar, aslında büyümenin, masumiyetin yitirilişinin ve insan olmanın en temel sınavlarının anlatımı. Atticus Finch, kasabanın saygı duyulan avukatlarından biri ve beyaz bir kadına tecavüzle suçlanan siyahi Tom Robinson’u savunmaya karar veriyor. İşte burası tam kitabın dönüm noktası. Atticus’un bu cesur duruşu, kasaba halkının sert tepkisine neden olurken, Scout ve Jem de adaletin, önyargıların ve insanların gerçek yüzlerinin ne olduğunu anlamaya başlıyor.
Atticus Finch bence romanın gerçek kahramanı. Onun duruşu, ahlakı ve çocuklarına verdiği değer, bu kitabı sadece bir dava hikayesi olmaktan çıkarıp, evrensel bir vicdan meselesi haline getiriyor. “Gerçek cesaret, dövüşmek değil zor durumda bile doğru olanı yapmaktır”diyen Atticus, aslında hepimize ders veriyor.
Kitaptaki bülbül metaforu çok anlamlı. Bülbülü öldürmek, zararsız ve masum bir şeyi yok etmek demek. Tom Robinson ve kasabanın içine kapanık gizemli sakini Boo Radley, bu masumiyeti temsil ediyorlar. Bu karakterlerin yaşadıkları, haksızlık ve önyargıların ne kadar acımasız olabileceğini gözler önüne seriyor.
Scout ve Jem’in büyüme hikayesi, bir yandan çocukluk heyecanlarını ve oyunlarını anlatırken, diğer yandan dünyadaki kötülükleri ve adaletsizlikleri keşfetmelerini de samimi bir dille aktarıyor. Onların gözünden adaletin bazen nasıl çarpıtıldığını görmek, insanı hem hüzünlendiriyor hem düşündürüyor.
Romanın dili oldukça sade ve akıcı. Harper Lee, ağır konuları çocuk diliyle ve sıcak anlatımıyla bize sunuyor. Bu da kitabı her yaş grubundan insan için okunabilir ve anlamlı kılıyor.
Bülbülü Öldürmek, sadece ırkçılık ve adaletin değil, aynı zamanda insan olmanın, vicdanın ve cesaretin kitabı. Okurken hem düşündüren hem de duygulandıran bu eser, bence herkesin hayatında mutlaka yer almalı. Atticus Finch’in ve Scout’un hikayesi, uzun süre aklımdan çıkmayacak.
Ah.. Evet,tam olarak böyle kapattım kitabın son sayfasını. Birkaç gün düşündüm bu satırları yazmadan, etkilenmiştim… Han Kang’ın “Çocuk Geliyor”u, işte böyle bir roman. Güney Kore’nin yakın tarihinde büyük bir yara olan 1980 Gwangju Ayaklanması’nı merkezine alan bu kitap, bir halkın bastırılmış hafızasını 15 yaşında bir çocuğun ölümü üzerinden anlatıyor. Ama bunu büyük laflarla değil,ölü bedenlerin, suskun tanıkların ve yıllar sonra bile geçmeyen travmaların içinden geçirerek yapıyor.
Roman farklı karakterlerin gözünden ilerliyor.. bir ceset tanıma merkezinde gönüllü çalışan Dong-ho, onu arayan annesi, hayatta kalmış ama sessiz kalmış arkadaşları, bir yayıncı, bir işkence mağduru… Her biri kendi bölümünde konuşuyor, ama sanki aslında konuşmuyorlar,fısıldıyor, susuyor, içlerinden parçalar dökülüyor. Yazar, kimi zaman ikinci tekil şahısla “sen” diye hitap ederek bizi olayların tam ortasına, hatta suç ortaklığına çağırıyor.
Kitap boyunca ölüm çok yakın, beden çok gerçek, sessizlik ise neredeyse bir karakter gibi. Han Kang’ın dili sade ama şiirsel.. anlatmakla yetinmiyor, hissettiriyor. Ancak bu anlatım zaman zaman insanı yorabiliyor. Özellikle tarihsel bağlamı çok iyi bilmeyen bir okuyucu için metin parçalı ya da mesafeli gelebilir. Fakat belki de bu da bilinçli bir tercih.. travma zaten düz anlatılmaz, travma dağınıktır, kopuktur, anlatıldıkça eksilir.
“Çocuk Geliyor”, sadece Güney Kore’nin değil, dünyanın her yerinde yaşanmış ve yaşanmakta olan bastırılmış acıların romanı. Siyasi bir olayın edebi bir tanıklığa nasıl dönüşebileceğini gösteriyor. Ve belki de en çok bunu söylüyor bize; Hatırlamak kolay değil, ama unutanlar kadar hatırlamaktan kaçanlar da sorumludur.
Ben bu kitabı okuduktan sonra bir süre başka hiçbir romana başlayamadım. Bazı cümlelerin içime kazındığını hissettim, özellikle Dong-ho’nun sessizliği uzun süre kulaklarımda kaldı. Bazı bölümleri iki kez okumam gerekti, çünkü yazarın dili gerçekten yoğun ve tok. Bu kitap, bana hafıza kavramını yeniden sorgulattı. Acının edebiyattaki yansıması bu kadar güçlü olabilir miymiş, dedim.
Eğer ağır ama etkileyici bir kitap arıyorsanız “Çocuk Geliyor” sessizliğin içindeki sesi duymanız için doğru kitap.
Ah Muazzez Hocam,Rabbim seni iyi ki yaratmış. Evet,kitabı bitirdiğimde bunu söyledim. Öyle güzel,öyle derin izler bıraktı ki satırlar,hayatımın her noktasında aklıma gelecek nasihatlerle dolu bir kitap olarak rafımda yerini aldı.
1914 senesinde doğmuş ve 2025 Türkiye'sinde yaşayan dile kolay 111 yaş devirmiş,bir çok akademik ve sosyal kimliğe sahip bir cumhuriyet kadını . Hep okumuş,hep araştırmış, hep çalışmış... Mustafa Kemal Atatürk’ün emanet ettiklerini fazlasıyla korumuş ve o yönde ilerlemiş. Gurur duydum. Mutlaka okunmasını tavsiye ediyorum.
Bir kitabı özetlemek , incelemek ne kadar zor ? sorulsa , aklıma gelebilecek ilk yazar ve kitaplardan biridir Oğuz Atay Tehlikeli Oyunlar . Alışılmışın dışında , roman tekniğinden uzak, kuraldışı bir teknikle yazılmış bir eser. Romanlarında devrik cümleler kurmayı seven Oğuz Atay, paragraf boyutuna uzanan uzun cümleler kurmayı seven bir anlatıma sahip.Bu nedenle sık sık anlatım bozukluklarına da düşen Oğuz Atay’ın bu romanı bilinç akışı tekniğine dayalı, daldan dala, fikirden fikre atlayan bir üslup ve anlatımla yazılmış.
Kitabın bazı bölümlerinde kafamın çok karıştığını belli etmek isterim. Belki de yazar bunu bile isteye yapmıştır. Toz konduramıyorum. Romanda karakterin monologları çok fazla . Umutsuz ve karamsar, aynı zamanda esprili Hikmet’in iç dünyasını okumak bende çok güzel duygular uyandırdı. Uyandırmakla kalmayıp, yeni duygulara kapı açtı. Kafasındaki Albay Hüsamettin ile konuşmaları belki de dünyaya haykıramadıklarıydı. Hikmet Benol , belki de Oğuz Atay’ın bir yansımasıdır. Kim bilir ?
Sevgili Atay’ın hızlı geçişleriyle aklım bulanıp kitaba odaklanmakta zorlandıysam da bu kitabı sevmeme engel olan bir sebep değildi. Anlaşılan yazar bizim aklımızla yeni oyunlar peşindeydi. Hikmet’e biraz rahat verip, bize yönelmişti belki de . Anlamlı sözleri ufkumu açtı. Ne güzel yazmışsın Oğuz Atay ! dedim çokça içimden . Cümlelerin altını çizmekten yoruldum . Yazarın ruhuna rahmet diliyorum. Okunması önerilebilecek kitaplardan birisi olarak rafımda yerini aldı . Teşekkürler Oğuz Atay !