İnsan ölüme yaklaştığında hatıraları yerli yerince sıraya koymakta güçlük çekiyor. Zaman hızla tükenirken her bir hatıra karanlıktan kafasını kaldırıp, telaşlı köşe kapmacada öne geçmenin peşine düşüyor.
Her bireğin kendine üzgün bakış açısı olduğunu ve başkalarının deneyimlerini anlamaya ve onlarla empati kurmaya çalışmanın mümkün olduğunca kabul ederek yalnızlık duygumuzu hafifletebilmemiz mümkündür.
Unutma. Gerek geleneksel medya gerekse de internet her zaman kötüyü daha çok pompalar. İyilikler kimsenin umrunda değildir çünkü iyiliğin reytingi olmaz.
Biz her şeye, esirgeyen ve bağışlayan, çokça esirgeyen ve çokça bağışlayan, hep esirgeyen ve hep bağışlayan Rabbin adıyla başlayan adamlarız Anna. Büyücülerin, haramilerin, borsacıların, reklamcıların, korsanların, işgalcilerin, bankacıların elinden kurtulmamız da bundan.
Yazan A.Cahit Zarifoğlu olunca biraz daha zorlaşıyor cümleler. Okurla uğraşmayı seviyormuş ve bence bunda gayet başarılı olmuş. Öylece okuyup geçemiyorsunuz, durduruyor, düşünmemizi istiyor, hatırlatıyor.
Kitap için anı ya da günce tarzında diyebiliriz. Şehir ve tarihler belirtilmiş ama tarihlerde bir sıralama yapılmamış. Farklı ülkelerde bulunduğunu, askerlik dönemini, kız çocuklarını çok sevdiğini, ailesini ve özellikle babasının mektuplarını okuyoruz onunla. Fethi Gemuhluoğlu ile tanıştırıyor bizi. İsmet Özel ile olan bir anısını anlatıyor. Necip Fazıl'dan da bahsediyor tabii ki. Ayrıca kitapta müslüman kimliğine verdiği önemi okuyoruz. Konu yaşamak olunca daha birçok şeye değindiğini görüyoruz.
Kitapta altını çizmediğim sayfa çok azdır. Arada şiirler yazmış bazısı zorlasa da bir şey kaçırmak istemediğim için yavaş yavaş ilerledim. Özellikle Sarıkamış 1974, 5 Ekim yazısını çok sevdim.(syf:91) Çabuk tüketilen, suni cümleler değil okuduğumuz, kitap bitmeden hislerimize takılan soru işaretleri cevaplarını aramak için çoktan yola çıkmış oluyor.
Tarih kitapları çoğu zaman ya çok kuru ya da çok yüzeysel olur. Ama Halil İnalcık bu dengeyi ustalıkla kuran ender isimlerden biri. Kısa Osmanlı Tarihi tam da adının vadettiği gibi, kısa ama derin, öz ama doyurucu bir anlatım sunuyor.
Kitap, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan çöküşüne kadar geçen yaklaşık altı yüzyıllık süreci, 128 sayfalık bir metne sığdırıyor. Bu kadar kısa bir metinle bu kadar yoğun bilgi aktarımı mümkün mü derseniz, Halil İnalcık mümkün olduğunu gösteriyor.
Kuruluş dönemindeki uç beylikleri, gaza anlayışı ve Bizans sınırındaki hareketliliği anlatırken, satır aralarından tarihsel çözümleme akıyor. Yükselme döneminde devlet yapısının nasıl sistemleştiğini, Kanuni’nin adalet anlayışını, Lale Devri’nin sadece bir zevk düşkünlüğü dönemi olmadığını da öğreniyorsunuz.
Kitabın en etkileyici yanlarından biri, Osmanlı’nın sadece bir savaş makinesi değil, aynı zamanda bir medeniyet taşıyıcısı olduğunu göstermesi. İnalcık, ekonomiden hukuka, toplumsal yapıya kadar birçok unsuru yalın bir dille aktarıyor.
Bir imparatorluğun yükselişini ve çözülüşünü okurken, sadece geçmişi değil bugünü de düşünüyorsunuz. Zira bu kitap, Osmanlı’nın tarihini anlatırken aslında bir milletin uzun yürüyüşüne de ışık tutuyor.
Kitabı elime ilk aldığımda “tarih ne kadar farklı anlatılabilir ki?” diye düşünüyordum. Ama birkaç sayfa sonra kendimi uç beyliğinin tozlu yollarında, saray koridorlarında, cephe hattında buldum. Bazı yerlerde durup düşündüm, “bu topraklar neler görmüş, neler atlatmış” diye. Halil İnalcık, sadece tarih anlatmıyor o tarihi sana yaşatıyor. En çok da Osmanlı’nın sadece bir savaş devleti değil, bir adalet ve düzen arayışı olduğunu öğrenmek etkiledi beni. Tarihle arası mesafeli olanlara bile iyi gelecek bir kitap.
Zırıltı yerine gerçek müzik, eğlence yerine kıvanç, para yerine ruh, gelişigüzel etkinlikler yerine gerçek eylem, oyun yerine gerçek tutku arayan birine bu sevimli dünya yurt olamaz...
Son kuşlar da göçtü. Duvarlarda seslerin izi söndü. Silindi geceyi gündüzden ayıran çizgi, böcekler öldü toprakta ve yağmur kurudu çoktan.
Ellerinin engebeli coğrafyasına sığındım, kaçarsam bağışlardın çünkü, ağlarsam okşardın, susarsam susardın... Yorgunluk sırtını yaslardı sırtımıza, kırgın bir dil oluverirdi suskunlukla aramızda. Senin saçların güvercinler olurdu rüzgârda, uçuşup duran, bir gün göçecek olan...
Ölüm, ölüm... Cesetten bir güneş gibi tepemizde... Kibirli bir merhem gibi, sağaldığını göstermezdi yaranın. Ölüm, ölüm... Terli bir rüzgâr gibi hiçlikten ve boşluktan bir örtüydü, ömrün kadim ninnisi...
Soluk renkler arasından ansızın, anılardan bir bahçe belirdi. Beyaz bahar yapraklarında zaman unutulmuştu. Gülüşünün çarptığı duvarlarda çiçekler açtırdım, harflerden çiçekler... Sayfalarda bu kez ben doğurdum seni. Kırmızı kelimelerle ödedim kanını. Bir mezardın, bir ölüydüm, çok sonra anladım.
Son kuşlar da göçtü. Duvarlarda seslerin izi söndü. Silindi geceyi gündüzden ayıran çizgi, böcekler öldü toprakta ve yağmur kurudu çoktan.
Nietzsche bir decadent ama aynı zamanda decadent değil. Çelişki kafa karıştırıcı dursa da olayın çekirdeği de bu. Insan ne iyidir ne kötü, bunların ötesindedir. Bizler tarafından, bazı durumları karşılaması ve kolay sınıflandırılması için üretilmiş terimlerle değişmez bir etiketlenmeyi kabul etmiyor. Varoluşun getirdiği zorluklara katlanmak yerine, olumlu kılarak yaşama enerjisini korumak için hayatı sevmeye teşvik ediyor kendisini.
Fikir yoğunluğundan dolayı okuması çok kolay değildi ilk başta. Fakat Nietzsche'nin ideolojisini anlayıp sindirerek yavaşça okursanız hem farklı hem de özgün bir bakış açısı sunuyor okura.
Bryan Stevenson’ın Merhamet adlı kitabı, Amerikanın adalet sistemindeki derin haksızlıkları gözler önüne seren dokunaklı bir anlatı. Stevenson,yanlış suçlanan Walter McMillian davası üzerinden, ırkçılık ve adaletsizlikle dolu sistemi sorguluyor. Kitap, sadece hukuk mücadelesi değil, insan onuru, umut ve merhametle verilen bir savaşın hikayesi.
Stevenson’ın samimi ve akıcı dili, okuru doğrudan olayların içine çekiyor. Kitap, sistemdeki eksiklikleri gösterirken, umutsuzluğa kapılmamak gerektiğini de vurguluyor. Merhametin, gerçek adalet için ne kadar önemli olduğunu düşündürüyor.
Eğer adalet, insan hakları ya da sosyal eşitlik konularına ilginiz varsa, Merhamet kesinlikle okunmalı. Hem etkileyici hem de düşündürücü.
Avcı kitabıyla ismine ve kalemine aşina olduğum bir yazar Paul Cleave. Yalnız önceki kitabına nazaran Temizlikçi biraz zorlama bir kurgudan oluşuyor. Sanki insanların, iyi bir aksiyon filminden sonra müzik dinlerken hayalini kurduğu fantezileri kitaba dökmüş gibi yazar. Gerçekçi ve detaylarıyla aklınızda yer edecek bir kitaptan ziyade, birkaç günde okunup unutulacak bir kitaptı bana kalırsa.
"Böyle müstesna çöküntü zamanlarının karakteristiği, kendini olduğu gibi bir takım serseri düşüncelerin dalgalarına bırakmaktır gibime gelir. Onlar, artık insana nereye isterlerse oraya sürüklerler, çarparlar."