Birisi kabuk tutmuş yaralarımızı okşamaya başladığında, cırt diye açılıveriyor ve kanamaya başlıyor yeniden oluk oluk. Birine teslim olduğumuzda ve içimizi döktüğümüz de bedenimiz ve ruhumuz kan içinde kalıyor. O yüzden değil mi içinizi tutmalarımız, birine teslim olmaktan korkmalarımız, ortalıkta gergin ve tedirgin dolanmalarımız? "Anlatsam mı, anlatmasam mı ? "kararsızlığımız." Bu sevgi beni acıtır mı?" kuşkularımız.
Cemil Meriç’in Bu Ülke adlı eseri, sadece bir düşünce kitabı değil aynı zamanda bir arayışın, sarsıntının, öfkenin, sevdanın ve en çok da bu topraklara duyulan derin bir bağlılığın çığlığıdır. Fikirleriyle sınırları aşan Meriç, bu kitapta okura sadece düşüncelerini değil, kalbini de açar.
Kitap boyunca Cemil Meriç, Batı ve Doğu arasındaki gelgitlere, aydın kimliğine, entelektüel duruşa ve Türkiye’nin düşünce dünyasındaki sancılara dair çok katmanlı bir bakış sunar. Her sayfada sorular sorar, yerleşik kalıpları sorgular, ezberleri bozar.
“Bu ülke” diye başladığı her cümlede aslında sadece bir coğrafyayı değil, bir zihniyeti, bir medeniyet tasavvurunu ve yitirilmiş olanı arar. Dili zaman zaman sert, zaman zaman şairanedir. Ama her daim içten ve düşünmeye çağırıcıdır.
Meriç’in kitabı bir fikir atlası gibidir. Her yazı, her paragraf, bir düşüncenin izini sürerken okuru kendi ülkesine, tarihine, kültürüne yeniden bakmaya zorlar. Bu yönüyle kitap, sadece bir okuma değil bir yüzleşme, bir yeniden anlamlandırma deneyimidir.
Eğer düşünmeye, sarsılmaya ve bakmayı değil görmeyi istemeye hazırsan, Bu Ülke senin için.
Tanrım, değiştirilebilen ve değişmesi gereken şeyleri değiştirme cesaret ve gücünü; değiştirilemeyecek şeyleri olduğu gibi kabul etme olgunluğunu ve ikisi arasındaki farkı anlayabilecek bilgeliği bana ver.
Hasan Öztürk’ün Yazdıkça ve Yaşadıkça Edebiyat adlı eseri, yalnızca bir deneme kitabı değil, aynı zamanda bir edebiyat yürüyüşünün, düşünsel bir iç yolculuğun iz düşümü. Her bir yazıda hayatla edebiyat arasındaki geçişgenliğe tanıklık ediyoruz. Hasan Öztürk, yaşadıklarını yazıya dönüştürürken, yazdıklarıyla da hayatı yeniden anlamlandırıyor.
Kitap, tek bir konuya saplanmadan mutluluk, çevre, dil, sanat, birey, toplumsal yapı gibi birçok meseleyi içten ve derinlikli bir biçimde ele alıyor. Edebiyata tutkuyla bağlı birinin kaleminden çıkan bu metinler, okuyucuyu yalnızca bilgiyle değil, duyguyla da besliyor.
Öztürk’ün denemeleri, didaktik değil, aksine davetkar. Okuyucuyu sorgulamaya, düşünmeye, hatta itiraz etmeye çağırıyor. Yazının okurla tamamlandığını hatırlatıyor sık sık. Bu yönüyle, metinler yalnızca okunmuyor üzerine düşünülüyor, altı çiziliyor, tartışılıyor.
Kitabın en dikkat çeken bölümlerinden biri, hayali bir “yazarlar masası” kurarak farklı dönemlerden edebiyat ve sanat insanlarını aynı metinde buluşturması. Halit Ziya ile Rilke’yi, Tanpınar’la Van Gogh’u bir araya getiren bu sayfalar, okuru sadece edebi değil, zihinsel bir diyaloğun da içine çekiyor.
“Yazdıkça ve Yaşadıkça Edebiyat”, her yaştan ve her birikimden okura seslenebilecek bir kitap. Ama özellikle kalemiyle hayata temas etmek isteyenler için ayrıcalıklı bir kaynak niteliğinde. Çünkü Öztürk, yazmayı bir eylem olarak değil, bir varoluş biçimi olarak görüyor.
1/2 Yaşam, büyüsünü kaybetti ve insan nesneleştirildi. İnsan ruhunun sığınağı doğa, çıkar uğruna tahrip edildi ve insan, gündelik yaşamın içinde sıradan bir tüketim aracına dönüşebilsin diye sanat onun yaşamından bile isteye kovuldu.
1/1 İçeriği boşaltılan bir dünyada yaşıyor olmanın sıkıntısıyla her geçen gün teknik aklın yetersizliğiyle daha yakından ve çok yüzleşiyoruz. Aydınlanma aklının kılavuzluğunda gelişip büyüyen dünya, organik yapısını yok ederek mekanikleşti.
Hayatı anlamadan geçip gidiyoruz. Olgunlaşmak kalbin daha hassas, kanın daha sıcak, zekanın daha işlek, ruhun daha huzurlu olması demek. İçlerinde böyle bir canlılık, böyle bir hayat coşkunluğu duyanlar dünyanın biricik hakimleridir.
1/1 Kendini yığın haline getiren bir millet payidar olamaz. Tek kaygısı para olan bir yığın yaşayamaz. Düşünceyi küçümsüyoruz. Kitaba harcadığımız parayı, atlar için harcadığımızla kıyaslarsak, yerin dibine girmemiz gerekmez mi?
Gerçek heyecan imtihandan geçmiş bir heyecan. İlk coşkunluklar boştur, aldatıcıdır. Kapıldınız mı uzaklara sürükler sizi. Duygunun asaleti, kuvvet ve isabetindedir.
1/2 Bir bakanın odasında on dakika kalmak, bir kraliçenin bakışlarını bir saniye üzerimize çekmek, ümit edeceğimiz bahtiyarlıkların en büyüğü. Ama hep buna benzer mesut tesadüfler peşindeyiz. Yıllarımızı, duygularımızı, kabiliyetlerimizi harcarız bu uğurda.
1/1 Susam ve Zambaklar Ruskin’in en çok sevilen, en çok okunan kitabı. Şöyle diyor Ruskin: “Kendimize dost seçeceğiz. En iyilerini seçmek istiyoruz, ama nerede bulacağız o dostları? Kaç kişiyi tanıyoruz? Her istediğimizle tanışabilir miyiz? Talihimiz yâr olursa, uzaktan görebiliriz büyük bir şairi, sesini duyabilirsek ne devlet…
Hafızaya çakıl taşı gibi saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: Kültür. Genç kuşaklar, Batı’nın bit pazarlarından ithal edilmiş bu hazır elbiselere küçümseyerek bakıyor. Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci.
1/4 İşte o gün bu gündür karıştırır erkekler de kadınlar da Güzel olan’la Çirkin olan’ı birbirine. Yine de Güzelliğin yüzüne bakınca üzerindeki giysiye aldanmadan, onu hemen tanıyanlar olduğu gibi Çirkin olan’ı yüzünden tanıyan ve altında gizlendiği örtülere kanmayan keskin görülü insanlar da vardır.
1/2 Bir süre sonra Çirkinlik, kumsala çıkmış ve Güzelliğin giysilerini giyinip kuşanarak kendi yoluna gitmiş. Neden sonra Güzellik de denizden çıkmış ve bulamamış bıraktığı yerde giysilerini…
1/1 Günlerden bir gün Güzellik’le Çirkinlik karşılaşıvermişler denizin kıyısında. Biri ötekine, ‘gel yüzelim denizde’ demiş. Ve bunlar üzerlerindekileri çıkarmış, başlamışlar suları kulaçlamaya.
Her dudakta aynı rezil şikayet: Yaşanmaz bu memlekette! Neden? Efendilerimizi rahatsız eden bu toz bulutu, bu lağım kokusu, bu insan ve makine uğultusu mu? Hayır, onlar Türkiye’nin insanından şikayetçi. İnsanından, yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını “yaşanmaz”laştıranlardır.
Kitap bende müthiş bir iz bıraktı. Kapağını kapattıktan sonra uzun süre sustum. Çünkü George Orwell’in 1984’ü yalnızca bir roman değil, aynı zamanda içimizi kıyıya vuran bir uyarı metni, bir kabus senaryosu gibi. Ve belki de en çarpıcısı, bu kabusun artık bize hiç de uzak olmaması.
Hikayenin merkezinde Winston Smith adında sıradan bir devlet memuru var. Dışarıdan uyumlu, içeriden sorgulayan bir karakter. Yaşadığı dünyada düşünmek bile suç sayılıyor. Her şey gözetim altında, Duygular, kelimeler, ilişkiler, hatta hafızalar… Gerçeği devlet tanımlıyor, geçmiş yeniden yazılıyor, birey silikleşiyor. Ve biz bu sistemin içinde bir adamın “insan” kalma mücadelesine tanıklık ediyoruz.
Roman boyunca en çok hissettiğim duygu: “boğulma” oldu. Kelimelerin bile kontrol altında olduğu bir evrende, özgürlüğün ne kadar hayati olduğunu düşündüm. Sessiz bir çığlık gibi yankılanan satırlar var. Ve Orwell’in yazdıkları, ne yazık ki sadece kurgu değil bazı yerlerde gerçeğin birebir yansıması.
George Orwell’in dili yalın ama sert. 1984, sürükleyici bir roman değil sarsıcı bir roman. Zihni yoran, vicdanı dürten, düşündükçe büyüyen bir kitap.
Bu kitap sadece bir bilimkurgu değil, aynı zamanda bir politik uyarı, bir insanlık dersi. Zihin kontrolü, propaganda, gözetim, gerçekliğin manipülasyonu gibi kavramları düşündüğümüz bir çağda, Orwell bize diyor ki:
Değer bilmemiş toplumda alemin özü ve varlıkların gözbebeği olan kişi ile okunmamış kitap benzerdir, onların varlıklarıyla yoklukları aynıdır, kendi zamanlarında anlamsızdırlar yani.