‘İnsanlar, kadının kalbinin tam ortasından delindiğini algılayabilseler de, yaralandığını gösteren belirtiler karşısında bilerek ya da bilmeyerek kör kalabilirler.’
‘Kadınlar yirmili yaşlarına gelmeden önce bin kez ölmüşlerdir. Şu ya da bu yöne gitmişler ve engellenmişlerdir. Engellenmiş umutları ve düşleri de vardır. Aksini söyleyen hala uykudadır.'
Çürümüş dünyanın herkesi vasata alıştırdığı bir dönemde. İdealist ve kendine güvenli bir mimarın hayatını aktarmış Ayn Rand. Bu öyle bir dünyadır ki yeniliğe ve orijinalliğe yer yoktur. Herkes zamanında yapılmış diye eski stil binalar tasarlayıp onlara taparken Howard Roark bütün engellere rağmen kendi çizgisinde yürüyen bir mimardır. Onun şaşırtıcı hayatını kurgulamış Ayn Rand. Kendi ideolojisini okurlarına burada yavaş yavaş işlemiş.
Howard Roark net bir adamdır. Her şeyde nettir, tasarlayacağı binaların en ufak bir detayının bile değiştirilmesi onu çileden çıkaran bir etkendir. Aynı okulda okuduğu Peter Keeting gibi gösterişe, şatafata ve ilgiye muhtaç değildir. Sadece bir hayat yaşar ve duygularını göstermeyi sevmez. Öyle ki her reddedildiğinde yeniden işine sarılır.
Onu fark ettiklerinde yıldırmaya çalışırlar, herkes dört koldan onu çökertmek için elinden geleni yapar. Bu sırada aşık olur fırtınalı bir ilişkisi olur Dominique Francon ile. Dominique onu çok iyi anlar, bu dünyada bu karakterde olmaya devam ederse asla tutunamayacağını söyler ona. Hatta bazı işlerine o engel olur. Fakat Howard Roark bildiğinden şaşmayan kendi doğrularına harfiyen uyan bir adamdır.
Gerçekten de bu dünyanın basitliği övüp yücelttiğini, orijinal ve yaratıcı insanların hor görülüp değersizleştirildiğini. Alışılagelmiş düzenin aslında en büyük kaos olduğunu o kadar iyi anlatıyor ki kitap. 977 sayfa su gibi akıp gidiyor, öyle güzel bir romandır.
Bu kitabı okuduktan sonra 1949 yapımı filmini de izlemenizi tavsiye ederim. Mahkeme sahnesi çok vurucu çekilmiş.
Hayatın Kaynağı'nı sonra kolay kolay unutamayacaksınız. Gerçekten de toplumun aynasını bize göstermiş Ayn Rand.
Artık on beş yaşındaymışım gibi hissetmiyordum. Otuz beş, kırk beş gibi yaşları bile genç ve az hissettim. Altmış beş, yok ha yır yetmiş beş desem bile tuhaf olmaz sanki.
Biz kitaplar gibiyiz. Çoğu insan sadece kapağımızı görüyor, azınlık sadece girişimizi okuyor, çoğu insan eleştiriye inanıyor, çoğu az kişi içeriğimizi bilecek." Emile Zola
Kadın: Merhamet, sevmediğimiz biri bile nasiplenebilir bazen... Peki ya adalet? Onu da taşıyabilir mi kalbin, sevmediklerine karşı? Adam (bir an duraksar, sesi biraz sertleşir): Elbette adaletli olurum. Kadın (bakışlarını kaçırmadan): Sözcüklerin sınanmadığı yerlerde hükmü boldur… Asıl cevap, duygularımızla çeliştiğimizde ortaya çıkar.
Samankapan, yalnızca bir cinayet romanı değil. İç içe geçmiş karakterler, keskin diyaloglar ve sarsıcı gerçeklerle dolu bir edebi inşa. Aypâre’nin yaşadığı istismar, toplumun görmezden geldiği kadim bir yarayı ortaya çıkarıyor. Onun ölümü ise bir kıvılcım: örtülen acıların, bastırılan gerçeklerin ve inkâr edilen suçların patlaması. Roman, klasik bir cinayet kurgusuyla başlasa da hızla metafizik ve varoluşsal bir zemine evriliyor. Samankapan Evi, romanın karanlık kalbi. Burada sadece insanların değil, zamanın ve gerçekliğin de sınırları bulanıklaşıyor. Yazar, sadece karakterleri değil, okuru da zihinsel bir arayışa davet ediyor. Gerçek nedir? Suç yalnızca failde mi aranmalı? Yoksa hepimiz ortak bir suskunluğun suç ortakları mıyız? Çağan Kayı’nın dili açık ve sade. Ancak cümlelerin arkasında güçlü simgeler, felsefi alt metinler ve tarihsel göndermeler mevcut. Samankapan, kolay okunan ama kolay hazmedilmeyen bir roman. Uzun süre etkisini sürdüren derin bir deneyim.
Yazıklar olsun, seni sevmesini bilmeyenlere; ey, gamlı ülke!. Seni sevip, senin sessiz dramın içinde gömülüp gitmekten korku çekenlere!.. Taşın, toprağın ne bitmez bir sabır ve mukavemet hazinesidir! İnsan, senin gögsünde ya destanı bir kahramanlığa erer ya da en ilahi mizaçlı velilerin feragat ve mahviyet derecesine varır.
Bu kitap bir “seyahat” değil,bir içsel sarsıntılar dizisi. Tezer Özlü’yü ilk kez bu kitapla tanıdıysanız, onun kırılganlığının ne kadar derin, ama aynı zamanda ne kadar bilgece olduğunu hemen fark edersiniz. Kitap boyunca coğrafyalar değişiyor, şehirler, sokaklar, tren istasyonları, oteller… ama bir şey sabit kalıyor, ruhundaki o dipsiz boşluk.
Yazar, kimi zaman Kafka’nın Prag’ında dolaşırken onun ruhuna dokunmaya çalışıyor, kimi zaman Pavese’nin intiharla noktalanmış yaşamının izlerini sürüyor. Ama aslında tüm bu yolculuk, kendi varoluşunu anlamaya çalışan bir kadının iç monologlarıyla örülü. Zaman zaman delilikle sınanmış bir benliğin, geçmişteki acıları didik didik eden bir zihnin kitabı bu. Anlatımı sade ama bir o kadar yoğun, kimi cümleler sanki içinden sökülüp alınmış gibi acıtıyor.
"şu ana kadarki hayatım boyunca iki tip insan keşfettim: sizinle olanlar ve size karşı olanlar. Bunları tanımayı öğrenin çünkü bunlar sıklıkla ve kolaylıkla birbirlerine karıştırılabilir
İnsanın dilsiz varlığı, ki varlık dilsizdir, ancak dil ile bilinir ve bildirir olabiliyor. Bir başka deyişle insanoğlu, dili harekete geçirmediği sürece ölüdür.
Bana göre, şiir hakkında yazı yazmak bir savunma değil bir fetih olmalıdır. Fethedilecek olanın gönül değil zihin olduğunu hemen söyleyeyim. Gönülle zihin arasında önemli farklar mevcut. Zihin dünyada olduğumuzu, gönül dünyadan olmadığımızı anlatır. Kimse dünyadan değildir ve herkes dünyadadır. Dünya daima dünyadan olmayan bir ilkeyle tazelenir.