Kırk iki köprüden geçtim bugüne dek, ne altında bir ince su, ne üstünde gökkuşağı. Soluğum yalnızlık, gövdem küf kokuyordu. Sonra esirgediklerine bir özür, bir bağış gibi dünya seni kattı ömrüme. Yalnız gözleri değil, hücreleri görmeye başlayan bir körün sevinciydi yaşadığım. …ağzın bulutların ülkesiydi. Gövdene bakıp bakıp ‘iyilik bu’ diyordum. Yitiklerimin de kazançlarımın da adı oldun bir gülüşlük vakitte.
Mustafa Kutlu kaleminden yine tadı damakta kalan üç öykü. Üçü de yaşanmış veya yaşanması muhtemel, fazlasıyla bizden. İnsanın içini hem ısıtan hem de üşüten türden.
Yazarın birçok kitabını okumuş biri olarak bu kitabında daha samimi bir dil kullandığını söyleyebilirim. Çünkü yazarımız hem yazmış hem kendi yazdığı karakterleri ve olay örgüsünü yorumlamış hem de okuyucuya yorumlatmış.
Menekşeli Mektup tam olarak menekşe çiçeğinin zarafetini, narinliğini, senede bir gösterdiği güzelliğini taşıyan, gönlünüzde çiçek açtırıp hüzünle solduracak olan mutlaka okunması gereken bir kitap...
Bu kitabı okuyarak, yazarın ifade ettiği gibi "Ahir ömründe bir güzellik yapmış olmanın iç ferahlatan ezgisini dinliyorum."
O zamanlar içimdeki çocuk daha özgür, daha cesurdu. Dünya bu kadar soğuk değildi. Herkes yüreğiyle gülerdi birbirine. İnsan sesinden medet umulurdu. Eşyalar bir salgın hastalığa dönmemişti. Paylaşarak büyütürdü insanlar bir hazzı; paylaşarak yenerlerdi yalnızlığı. Kimse geri çekilerek tartmazdı ağırlığını. Her şeyi duyguların düzene koyduğu yaşlardaydım.
Ayrılık ne biliyor musun? Ne araya yolların girmesi, ne kapanan kapılar, ne yıldız kayması gecede, ne de turna katarı gökte… İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık. Türküsünü söyleyecek kimsesi kalmamak ayrılık.
Kırk iki köprüden geçtim bugüne dek, ne altında bir ince su, ne üstünde gökkuşağı. Soluğum yalnızlık, gövdem küf kokuyordu. Sonra esirgediklerine bir özür, bir bağış gibi dünya seni kattı ömrüme. Yalnız gözleri değil, hücreleri görmeye başlayan bir körün sevinciydi yaşadığım. …ağzın bulutların ülkesiydi. Gövdene bakıp bakıp ‘iyilik bu’ diyordum. Yitiklerimin de kazançlarımın da adı oldun bir gülüşlük vakitte.
Duygularımın tonunu, sesimin rengini, gülüşümün akışını ve gövdemin devinimini hesaplamaktan; içimdeki suların yatağını değiştirmekten ve sonu hep başkalarında biten yollara sürülmekten, kedileri, serçeleri, ve çiçekleri bile suçlar olmuştum.
Herkesi babama benzetirdim. Ya da hiç kimse babama benzemezdi. Evimizde yapraklanan bir çınar ağacıydı. Gölgesi yazın serinlik, kışın sıcaklık verirdi. Yanımda olduğu zamanlar iki kat yaşardım. Bir gün gelmeyiverdi. Ben inanmadım. Sonraki günler de gelmedi. Ben bir çınarın her yaprağından defalarca düştüm.
Günlerin onca darlığı içinde genişlik duygusunu kırlangıçlar öğrettiyse, uzakların tohumunu trenler attı içimize. Bizim dışımızda tüm dünya raylardaydı.
Nasıl bir uzaklıktan geleceksin bilemiyorum. Işıklı bir korunak arayacağım sesinin kıvrımlarında. ‘Gelmen iyiliktir’ diyeceğim. Ellerimi geçmişe mi geleceğe mi koyacağımı şaşıracağım.
Seni hiçbir dünya telaşına değişmedim ben. Evlerin ve kalabalığın ağırlığını sana üstün tutmadım. Yoksulluğun acısından hafif bilmedim acını… Nereye gidersem gideyim seni yürüdüm hep. Sevincini bir barış, bir bayram sabahı gibi taşıdım içimde.
Girdiğinde kapıyı yavaşça aç, çıktığında ise kapıyı yavaşça kapat. Bu dünya öyle bir yer ki haktan ibarettir. Canlı cansız, dilli dilsiz herkesin bir hakkı vardır. Kapıyı hoyratça çarpıp gidersen kapı senden hakkını, seni kendisine tekrar muhtaç ederek alır.
Sınav sistemi ona anlatıldığında çok şaşırmıştı; doğal öğrenme isteğini, bu bilgiyle doldurulma ve istendiğinde geri kusma dizisinden daha fazla engelleyebilecek bir şey düşünemiyordu.
Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Ama gerçekliğin, rahatlık ve mutlulukta görmediğim, acıda gördüğüm gerçekliğin, acının gerçekliğinin acı olmadığına inanıyorum. Eğer içinden geçebilirsen. Eğer sonuna kadar ona dayanabilirsen.
İnsan böyle bir şey. Nerede, hangi yaşta olursa olsun, kabuğunu kırıp içine baksan içi cılk yara. Yarasız, dertsiz, sırsız insan yok da, işte kimisi üstünü iyi örtüyor. Ben de örttüm.
Allah, ‘Ey iman edenler, iman edin!’ ayetiyle insanı akletmeye çağırıyor. Yaratan’ı akletmek, gözün haddine değildir, hele aklın haddine hiç değildir. İnsan, gönlüyle akleder. Bu yağmur sanatkârını düşündürtmüyorsa, acizliğini, muhtaç oluşunu kabul ettirmiyorsa, o yağmur bir tufan olur, boğar, helak eder insanı.
Esmer yüzündeki ter damlaları yıldızlar gibi ışıldıyordu. Gülümsemeye çalışsa da çektiği acı yüzünde kara bulutlar gibiydi. Oysa ben annemi beyaz bir bulut gibi görmek isterdim.
Gazap Üzümleri; 1930’lar Buhranının getirdiği ekonomik krizle birlikte topraklarından edilen Joad ailesinin uzun göç hikâyesini anlatıyor. Tıpkı bir bebeğin dünyaya gelişi gibi uzun ve sancılı. Tıpkı ölü doğmuş bir bebeğin sessiz çığlığı gibi çaresiz. Yine neden bu kadar geç kaldım, daha önce okumadım diye hayıflandığım bir kitap oldu. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki okuyucuyu yormayan akıcı bir dile ve güçlü betimlemelere sahip. Öyle ki beş yüz kırk sayfa boyu göç eden Joad ailesinin iş arayan bir ferdi, ha bozuldu ha bozulacak her an yolda bırakacak diye beklenen otomobilden bozma kamyonu, yağmurdan veya güneşten koruyan çadırı, kahvesini tatlandıran şekeri ya da lapasını kaynatan çalı çırpısı; ne olduğunuz fark etmeksizin ailenin ‘bir şeyi’ oluyorsunuz. Yoksulluk, açlık, dışlanma, çaresizlik, haksızlık ve daha nice imkânsızlıkla baş etmeye çalışan ailede herkesin bir ismi var, “Ana” hariç. O sadece “Ana” olarak anılıyor. Doyuran, ısıtan, toparlayan, dağılmaya müsaade etmeyen, tüm bu zor şartların en ağır yükünü çeken olsa da şikayetlenmeyen. Eksiliyor ama dağılmıyor Joad ailesi. Onları her defasında toparlayan “Ana” var. Sahi ana olmak bunu gerektiriyor değil mi? Kitabın sonu ise kalbimi yaraladı. Çok ama çok tanıdık bir his yumru olarak boğazıma oturdu. Okuyun, mutlaka okuyun…
Nazenin sokak sakinlerinin kâh güldüren kâh hüzünlendiren, çokça şükretmeyi öğreten ve aralarındaki bağa imrendiren nahif hikâyelerini okuyorsunuz bu kitapta. Yazarın dili yalın olmakla birlikte betimlemeleri oldukça güçlü. Sizi yormayacak, çapraz okuma yapmanıza müsait bir kitap. Yazarı sosyal medya üzerinden takip edenler, teslimiyetini ve bazı duygulara hasret kalıp kavuşma şenliğini kitaba nasıl güzel yansıttığını fark edecektir. Olur da incelememi okursa kaleminden çok güzel denemeler çıkacağı kanaatimi naçizane paylaşmak isterim.
-Ne düşündüğümü söylememi ister misin? -Söyle. -Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük. -Gören körler mi? -Gördüğü halde görmeyen körler.