Toprak mülkiyeti diye bir şey olamaz. Alınıp satılamaz toprak. Su gibi, hava gibi, güneş ışığı gibi herkesindir toprak. Toprak üzerinde de onun insanlara verdiği her şey üzerinde de herkesin eşit hakkı vardır.
Neşe Cengiz’in Gün Doğmadan Neler Batar kitabı, ilk sayfasından itibaren insana sessizce bir şey fısıldıyor: “Burada seni değiştirecek bir şey var.” O yüzden okurken hem karakterlerin duygularına yaklaşıyorsun hem de bir sonraki sayfada nelerin gizli olduğunu merak etmeye başlıyorsun.
Kitabın en dikkat çekici yanı, her olayı gereksiz bir hızla anlatmak yerine, sanki seni zarifçe içine çekmesi. Kahramanların yaşadığı zorlukların ardında hep bir “ya sonra?” sorusu kalıyor. Bu da kitabı elinden bırakmayı zorlaştırıyor. Çünkü her bölüm, bir öncekinden biraz daha derine iniyor.
Yazarın dili çok sade ama aynı zamanda gizemli bir hava taşıyor. Bazı cümlelerde insan fark etmeden durup düşünmek istiyor. “Bu yaşadıkları bana neyi hatırlatıyor?” diye soruyorsun kendine. Kitap, genç bir okur için hem duygusal hem de keşfetmeye açık bir yolculuğa dönüşüyor.
En merak uyandıran kısmı ise bence finali. Her şey bitti sanırken, kitabın sana anlattığı şeyin aslında daha yeni başladığını fark ediyorsun. O umut hissi… tam da insanın ihtiyacı olan türden.
"Gün Doğmadan Neler Batmaz" 13 öyküden oluşan 104 sayfalık mizah yüklü bir kitap. Kapak tasarımı özenle seçilmiş. Kalabalığın içinde yalnızlığı simgeleyen bir çalışma diye düşündüm önce. Karanlığı kendi ışığıyla aydınlatan insanları anımsattı sonra. Yaşattığı her iki hissi de sevdim. Çünkü sayfalar ilerledikçe, öykülerle bir bütünlük sağladığını gördüm görselin. "Dur Şurayı da Sileyim" başlıklı öykünün ilk sırada yer alması, ustaca verilmiş bir karar olmalı. Hem yazarın kalemi hakkında ipucu veriyor okura hem de diğer öyküleri okumak için güçlü bir merak uyandırıyor. Karaketlerin çoğu erkek ağızdan anlatılmış. Bu bende yazarın, kalemini özgürce kullanmak istediği düşüncesini doğurdu. Her ne kadar sayfalar arasında kahkaha atarken bulsam da kendimi, her güldüren hikâyenin hüzünlü bir geçmişi olduğuna inanıyorum. Saffet'in zaman içerisinde Nusret'e dönüşüm hikâyesi, çayımı yudumlarken gözlerimin duvarda örümcek ağı aramasına neden oldu. Peki, eşinin zamazingolu ayağıyla Raşit'i parmağının ucunda oynatmasına ne demeli... Sanço ve diğer bütün karakterler mahallemizde, akrabalarımızda hatta evimize kadar yakın ve tanıdık hissettirdi. Sevgili Neşe hanımın ne kadar iyi bir gözlemci olduğu karakterlere yüklediği özelliklerden anlaşılabiliyor. Hissettirmeden mesaj veriyor çoğu zaman ve ters köşe yapıp okuru şaşırtmayı başarıyor. Kaleminin özgünlüğü, samimi ve keyifli anlatım tarzıyla Türk Edebiyatına sağladığı katkı için kendimi bir okur olarak şanslı görüyorum. Sanırım ne yazsa okur, ne anlatsa dinlerim ❤
Neşe Cengiz’in Gün Doğmadan Neler Batar kitabını okuduğumda, kısa sayfa sayısına rağmen ne kadar yoğun bir anlatım sunduğuna şaşırdım. 104 sayfa ama her cümlesi üstüme düşünce gibi çarpıyor.. hayatın karmaşıklığını, insan hatalarını ve toplumdaki gözlemleri öyle bir sembolik dille anlatıyor ki, farkında olmadan kendimi Fahri’nin yerine koyuyorum. Fahri, yaptığı bir hatayı düzeltmek istiyor ve bu arayış onun vicdan muhasebesini gözler önüne seriyor. Okurken “Acaba ben de böyle bir durumda ne yapardım?” diye düşündüm. Yazar karakterleri ve toplumsal tipleri öyle zekice sunmuş ki, “insan suretiyle gezen canavarlar” metaforu gerçekten etkileyici. Safdiller, sinsiler, temizlik hastaları… Her biri hayatın farklı yönlerini yansıtıyor ve bazen kendimden parçalar bulduğum karakterler oluyor. Kitabın dili de ayrı bir keyif. Mizah var, ama sorgulayıcı bir tonla. “Bak, şuradaki aynı ben” dediğiniz anda anlıyorsunuz ki, yazar sizle konuşuyor, sizi gözlemliyor, hatta belki biraz da sizi test ediyor. Kısa sayfa sayısına rağmen düşündürmeyi başarıyor, bazı cümlelerde durup içimde tekrar tekrar dönüp düşündüğüm oldu. Okuduktan sonra hissettiğim şey, Bu kitap küçük ama derin. Hayatın, hataların ve ikinci şansların üzerinde biraz daha uzun düşünmek isteyen herkesin okuması gereken bir kitap.
Kitapta “hayat bulmacası” benzetmesi sık kullanılıyor. Fahri adında bir karakter var ve “hayat bulmacasında yanlış cevap vermiş” gibi hissettiği anlatılıyor. Yazar, bir yandan “insan suretiyle gezen canavarlar” tanımı yapıyor — yani sıradan görünüşlü, ama içsel karanlıkları veya tehlikeleri olabilecek insanlar üzerinden sert eleştiriler yöneltiyor.
Saf insanlar (“safdiller”), kurnaz kişiler (“sinsiler”), “enayi avcıları”, temizlik hastaları gibi çok çeşitli karakter tiplerine yer verilmiş. Bu çeşitlilik, insana “hayattaki farklı ruh hâlleri” ve “insan doğasının kırılganlığı” hakkında düşündürüyor. Bir karakter “öfkeye batınca” bazen çareyi “deliliğe teslim olmakta” buluyor. Bu, insanın çaresizlik anlarında bile sınırlarını zorlayabileceği ve aklını kaybetme riskiyle yüzleştiği bir temayı ortaya koyuyor.
Kitap tanıtımında şöyle bir vurgu yapılmış: “Dünyada insan suretiyle gezen onca canavar varken … en son ne zaman gülmüştük?” Bu cümle, hem karanlık yanlara hem de mizaha bir kapı açıyor — yazarın dünyayı sert bir gözle gördüğünü ama umudu da tamamen yitirmediğini düşündürüyor.
Üslup ve Duygu
Yazı dili görece sade ama düşündürücü. Kısa bir metin olduğu için her cümle önemli bir etki bırakıyor. Mizah ve karanlık eleştiri birlikte harmanlanmış. Yazar, trajik ya da karamsar durumları mizahi bir bakışla da ele alıyor gibi görünüyor.
Karakterler derin değil ama tipik “toplumsal karakterler”: her biri belirli bir insan ruh hâlini temsil ediyor (safdil, sinsiler, enayi avcıları vs.). Bu tip karakter analojileri ile yazar, “insan tablosu” çıkarıyor.
Tematik Değerlendirme
Eleştiri: Yazar, modern toplumun kötü eğilimlerini (“insan suretiyle canavarlar”) vurguluyor. Bu, sosyal bir eleştiri katmanı sağlıyor. İçsel çatışma: Karakterler basit “iyi-kötü” değil, kendi içlerinde çatışmalar taşıyor. Bu, insan doğasının karmaşıklığına işaret ediyor.
Mizahın gücü: Karanlık temalar mizahla yumuşatılıyor, bu da okuyucuyu yalnızca kara bir tablodan ziyade “acı-gerçekli ama güldüren bir yolculuğa” çıkarıyor.
Umuda kapı: “Gün doğmadan” ifadesi, sembolik olarak umut barındırıyor — yani her ne kadar karanlık karakterler, zor durumlar varsa da “gün” (yeni bir başlangıç) mümkündür.
Sonuç ve Okuyucuya Etkisi
Bu kitap düşündürücü kısa öyküler / kesitler seviyorsan ideal bir seçim olabilir.
İnsan ruhunun eksiklerini, karanlık yönlerini ve toplumsal ikiyüzlülüklerini naif bir eleştiri ile görmek isteyenler için güçlü bir eser.
Aynı zamanda “insanın kendisiyle yüzleşmesini” ve “hayatın bulmacasını çözme çabasını” sembolik bir şekilde aktarıyor.
Öfke, çaresizlik, umut ve mizah gibi temaların dengeli bir karışımı var — bu da okurken hem ağır hem hafif hissetmeni sağlıyor.
Mal, birkaç kişinin elinde birikti mi, ellerinden alınır. Başka bir gerçek daha: Halkın büyük bir kısmı aç ve çıplak olunca, istediğini zorla alır. Ve bütün tarih boyunca haykıran küçücük bir gerçek daha: Baskı, ancak baskı altındakileri güçlendirir ve birbirine bağlar.
Her birimiz acılarımızla birlikte yürüyen, acılardan oluşmuş bir geçit töreninin başında giden davuluz... Ve bir gün bu ıstırap ordusu aynı yönde yürüyecek.
Ermiş deniz fenerlerinden aydınlık dumanlar gelir Eski bir şarkıda gemileriyle kaybolanlar gelir Siyah yelkenleri rüya tozlarıyla örtülü
~Attila İlhan - Deniz Kasidesi şiirinden.~
Fırat Sunel’in okuduğum ilk kitabı. Öylesine yüreğe dokunuyor ki tam olarak nasıl yorumlayacağımı bilemiyorum. Ne duru bir anlatım. Okuyanı sarıp sarmalayan bir kitap. Okumalısınız. Aslında 'Salkım Söğütlerin Gölgesinde' yazarın okumayı düşündüğüm ilk kitabıydı. Şimdi daha bir sabırsızım okumak için. Çok etkilendim kaleminden.
Gurbet benim için hiç bitmedi.” diyen yazar, Almanya’da işçi bir ailenin çocuğu olarak büyümüş, Almanya dahil kimi ülkelerde başkonsolos ve büyükelçi olarak görev yapmış.
Sarpıncık Feneri'nde Sakızlı mübadil bir aile merkezinde kardeşlik bağları, ayrılık ve yaşadığı topraktan koparılmanın yarattığı yıkımı işliyor. Doğduğumuz topraktan başka yerlere savrulmak, can korkusuyla sevdiğimiz ve bağlı olduğumuz her şeyi bırakıp gitmek zorunda kalmak, son nefesimizi verene kadar özlemle oraları sayıklamak bizlerin yabancısı olduğumuz hisler. Bu hazin göç hikâyelerini kitaplardan okurken bile yüreğimiz parçalanıyorsa, bunu bizzat yaşayanların acısını varın siz düşünün.
Mübadele veya göç elbette çok yazılmış, çok okunmuş konular. Ancak bu kitapta farklı bir anlatım var. Okuyanı çocukluğuna götüren bir rüzgâr diye tanımlayabilirim. Bütün o hazin yaşanmışlıkları bir çocuğun anılarından, deniz fenerinin büyüsüyle harmanlayıp öyle güzel dokumuş ki yazar, iyi ki okumuşum dedirtti.
Attila İlhan, Deniz Kasidesi şiirinde “Ermiş deniz fenerlerinden aydınlık dumanlar gelir” demiş. Kitabı okurken sık sık aklıma geldi. Aydınlık günlere olan inancımız gitgide azalırken, neyse ki kitaplar var demekten kendimi alamıyorum. Bu karanlık dünya denizinde bize fener olan böylesi güzel kitapları yazanlara minnetle...
İçimden bir ses, “Halkın önüne düş!” diyor, fakat şimdi de onları nereye götüreceğimi bilemiyorum." “Sen de onları, oldukları yerde döndür dur,“ dedi Joad. “Sulama hendeğine sok. Senin gibi düşünmezlerse ahirette yanacaklarını söyle. Ne diye halkı götürecek yer arıyor duruyorsun? Onların önüne düş, yeter."
Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler. (Özdemir Asaf)
Bu kitapta çok ama çok şey var. Yine de uzun uzadıya anlatmadan aktarmaya çalışacağım.
Yer Güney Afrika, Rodezya. Bugünkü ismiyle Zimbabwe. İnsanlık iki büyük dünya savaşını tecrübe etmiş. On savaş daha yaşasa değişen fazla bir şey yok. Biz önce dışından bakıyoruz insana.
Gözümüze ilk önce siyah ve beyaz çarpıyor.
Türkü Söylüyor Otlar’da Doris Lessing’in yirmi beş yıl yaşadığı Zimbabwe toprakları mükemmel bir betimlemeyle anlatılıyor. Avrupalı beyaz efendilerin hem sömürüp hem tiksindiği siyah, sade bir dille çıkyor karşımıza.
Açlıktan yığılıp kalmış çocuğu, arkasında bekleyen akbaba ile görünce deklanşöre basan Kevin Carter, o fotoğraf sayesinde Pulitzer Ödülü almıştı hani, bakınca hepimiz de ne üzülmüştük!. Sonra şölen sofralarımıza geri dönmüştük. İşte o fotoğrafın ardındaki yaşamı en yalın anlatımla görüyoruz. Bunu yaparken, beyazın yalnızca siyaha değil, birbirine karşı tutumunu da izliyoruz. Dönemin toplumsal yapısı yazarın aynasından gözümüze yansıyor. Kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik, erkeğin egemen olduğu düzendeki çarpıklık, toplum baskısının insan psikolojisi üzerindeki yıkımı akıcı ve duru bir dille sergileniyor. Eleştirel bakış açısını satır aralarında boğulmadan yakalayabiliyoruz. Sayfalar ilerledikçe beyaz adamın ırkçılık ideolojisinin hem değersizleşmesi hem de bu değişimi reddetmekten doğan iç çatışmalarına tanık oluyoruz.
Lessing, efendi-köle ilişkisini hem beyaz adamın siyah adama uyguladığı baskıcı tutumla hem de ataerkil sistemin kadına getirdiği dayatmalarla göz önüne sererken, aslında bir taşla iki kuş vurmuş oluyor. Çocukluğunu yoksul ve mutsuz bir anne babayla geçiren Mary’i ana karakter olarak seçmesi, “Mutsuz çocuklar mutsuz toplumların mimarı mıdır?” sorusunu ayrıca akıllara getiriyor. Geçmişiyle bağlarını koparıp ailesiz bir yaşamı seçen, üstelik bundan mutlu da olan Mary’nin toplum baskısına boyun eğmesi, ister istemez aile kaderdir düşüncesini çağrıştırıyor. Seçtiği yaşam ile kendisine dayatılan yaşam arasındaki zıtlık yüzünden kendini toplumdan soyutlayıp, akıl bozulmasına kadar sürüklenen bir karakter profilinde tanık olduklarımız akıllara şu soruyu da getirmeli: Batısıyla, doğusuyla, adil bir toplum olmamız düşüncesi bir hayalden ibaret olabilir mi? Belki de kaçış yok.
Yazar, kara kıtanın iyileşmeyen yarası olan siyah ve beyaz arasındaki eşitsizlikle, beyaz adamın ‘haklı da benim üstün de’ psikolojisi ve kendi dünyasında çözemediği cinsiyet eşitsizliğiyle, insanın insanı sömürmesiyle doğan adaletsizliğe yaptığı vurguyla, harika bir eser meydana getirmiş.
Lessing’in ilk romanı olan Türkü Söylüyor Otlar, kendi özyaşam izlerini de taşıyor. Katolik okulunda okurken eğitimini yarıda bırakan, genç yaşında evi terk eden yazar, otuzlu yaşlarında kaleme aldığı bu romanla ırkçılık konusunu kadının toplumdaki trajik durumuyla harmanlayıp, bu alanda yapılmış çalışmalardan farklı bir eser koyuyor ortaya.
“Bir uygarlığın zaaflarıyla ilgili en doğru yargıya başarısızlıklarına ve uyumusuzluklarına bakarak varılabilir.”
"O, beyaz Güney Afrika'nın birinci kuralına uyuyordu: Beyaz soydaşlarının, belli bir seviyenin altına düşmelerine izin vermeyeceksin; çünkü buna izin verirsen, Zenci kendini seninle eşit görür."
Kazandığı 2007 Nobel Edebiyat Ödülü’nü, ödülle gelen ilginin yazarlığını olumsuz etkilemesi yüzünden bir felaket olarak niteleyen Lessing’in başarılı psikolojik tahlillerinden biri olarak gördüğüm şu alıntıyı da paylaşmadan geçmek istemedim.
“Gerçeği söylemek ya da dışlamak uğruna, bir insanın kendisi hakkındaki imgesini çökertmek çok kötüdür. O insanın yaşamaya devam edebilmek için yeni bir imge oluşturmayı başarıp başaramayacağını kim bilebilir?”