Biri bana sevgi nedir diye sorarsa söyleyeceğim tek şey şudur ki; Sevgi,hataları affetmek, kusurları görmezden gelmek, kötünün iyisini düşünmektir. Sevgi her çıkmazın çıkışı olduğunun bir göstergesidir .
Başladığınız her kitabı bitirmek zorunda değilsiniz.bazı kitaplar size sadece bir cümle,bir paragraf veya bir bölüm öğretmek için yazılmıştır.Buda sorun değildir .
Sevdiğin bir varlığın hatlarını hayalinde canlandırmaya çalıştığında geçmişten o kadar çok anı belirir ki,bu anıları,gözyaşları arasındaymış gibi bulanık görürsün .Bunlar hayal gücünün gözyaşlarıdır.
Âdem cennetten kovulup yeryüzünde yapayalniz kaldığı günlerden birinde, Allah'a kendisini affedip tekrar cennetine kabul etmesi için diz çöküp yalvardi. Yalvarışı biter bitmez yagmur basladi ve bir hayli uzun sürdü. Yağmur dinince Allah, Âdem'e bir gökkuşağı gönderdi ve ayağa kalkmasini işaret etti. Eger gökkusağının altindan geçmeyi başarırsa cennete ulaşacağıni söyledi. Ve Âdem, umut etmeyi öğrendi...
Dünyanın herhangi bir yerinde veya herhangi yüzyılında yirmi beş yıl kadar yaşamış biri, cehennemin bu dünyada olduğunu artık öğrenmiş, insanlık tarihi boyunca insanın en büyük düşmanın yalnızca insan olduğunu çoktan fark etmiş olmalıdır.
Şeker Portakalı, duygusal ve düşündürücü bir kitaptır. Kitap, çocuk dünyasını ve çocukların yaşadığı duyguları çok gerçekçi bir şekilde anlatır. Okurken bazen üzüldüm, bazen de gülümsedim.
Kitabın en dikkat çekici yönü, bir çocuğun yaşadığı yalnızlık ve sevgi ihtiyacıdır. Zezé, küçük olmasına rağmen birçok zorlukla karşılaşır. Buna rağmen hayal kurmayı bırakmaz. Bu durum bana çocukların her şeye rağmen umutlu olabildiğini düşündürdü.
Yazar, kitapta yetişkinlerin çocukları bazen anlamadığını göstermektedir. Çocukların yaşadıkları şeyler küçük gibi görülse de aslında onlar için çok önemlidir. Kitap, sevginin bir çocuğun hayatında ne kadar etkili olduğunu hissettirir.
Hayvan Çiftliği, George Orwell’ın yazdığı düşündürücü bir kitaptır. Yazar bu kitapta hayvanları kullanarak insanları ve yönetim şekillerini eleştirmiştir. Kitap bir masal gibi başlasa da aslında ciddi mesajlar vermektedir.
Kitabın en dikkat çekici yönü, eşitlik fikrinin zamanla bozulmasıdır. Başta herkesin eşit olduğu söylenirken, ilerleyen zamanlarda bazı hayvanların diğerlerinden daha üstün olduğu görülür. Bu durum, gücü eline alanların adaletten uzaklaşabileceğini göstermektedir. Okurken “başta iyi görünen şeyler sonradan neden değişiyor?” diye düşündüm.
Yazar, kitap boyunca insanların kolayca kandırılabildiğini ve sorgulamazlarsa haksızlıklara ses çıkaramadıklarını göstermektedir. Hayvanların çoğu olan biteni fark etse bile sesini çıkaramaz. Bu da korkunun ve bilgisizliğin ne kadar etkili olduğunu anlatır.
Üç İstanbul adlı kitap, Mithat Cemal Kuntay tarafından yazılmıştır. Bu kitapta İstanbul’un üç farklı zamanı anlatılmaktadır. Bu dönemler Abdülhamid dönemi, Meşrutiyet dönemi ve Mütareke dönemidir. Yazar bu dönemleri anlatırken insanların ve toplumun zamanla nasıl değiştiğini göstermeye çalışmıştır.
Kitabın ana karakteri Adnan’dır. Adnan’ın hayatı üzerinden dönemin insanları ve düşünce yapıları anlatılır. Kitapta bazı insanların çıkarları için fikirlerini ve kişiliklerini değiştirdiği görülür. Bu durum bana insanların güç ve para karşısında nasıl değişebildiğini düşündürdü.
İstanbul kitapta sadece bir şehir olarak değil, sanki canlı bir varlıkmış gibi anlatılmıştır. Her dönemde İstanbul’un havası, insanları ve yaşam tarzı farklıdır. Bu yüzden kitabın adı Üç İstanbuldur.
Hasan Öztürk’ün kaleme aldığı Yazdıkça ve Yaşadıkça Edebiyat, edebiyatın yalnızca kitap sayfalarında kalan bir alan olmadığını; insanın yaşadıklarıyla, düşünceleriyle ve iç dünyasıyla şekillenen canlı bir süreç olduğunu anlatan deneme türünde bir eserdir. Yazar, edebiyatı hayatın içinden koparmadan ele alır ve okura yazmanın da yaşamak kadar doğal bir eylem olduğunu hissettirir.
Kitapta edebiyat; bir ders konusu ya da kurallar bütünü olarak değil, insanın kendini ifade etme ihtiyacı olarak sunulur. Hasan Öztürk, yazmanın insana düşünmeyi, anlamayı ve kendini tanımayı öğrettiğini vurgular. Yazdıkça insanın olgunlaştığını, yaşadıkça yazacak yeni anlamlar bulduğunu dile getirir. Bu yönüyle eser, okuru hem yazmaya hem de hayata daha dikkatli bakmaya davet eder.
Henüz içinde birkaç teknik buluştan başka hiçbir zeka marifeti olmayan bir dünyada, nenin nesi olduğunu bilmeyen insanın, üç asırda bir değiştirdiği dolmaların hiçbirini ispat edecek durumda olmayan, giriştiği bütün akide savaşlarının birbiri kadar çirkin olduğunu anlattı...
Ağlattı demeyelim ama hüzünlendirdi diyebiliriz .Sinan Akyüz’ün kaleme aldığı “Fidan Hanım” adlı kitap beni gerçekten çok etkiledi. Hele son sayfasını okuduğumda kalbimde bir acı hissettim diyebilirim.
Boğazımda bir yumruyla kapattım kitabın son sayfasını. Her sayfa, benim için bambaşka bir anlam taşıyordu. Hatta kitabı bitirdiğimde kendime şunu sordum: Ben Fidan’ın yerinde olsaydım, bu kadar acıya dayanabilir miydim? Belki dayanamazdım… Ama Fidan dayandı. Bana şunu hatırlattı: Hayatta çok acı çekebiliriz, ama asıl mesele o acıların karşısında dimdik durabilmektir.
“Figen Yaman Coşar’ın Evrendeki Son Hazine kitabı, ilk başta normal bir macera gibi dursa da okudukça aslında çok daha derin bir şey anlattığını fark ediyorsun; karakterler evrende kaldığı söylenen son hazineyi ararken sürekli bir şeylerle mücadele ediyorlar ve onların yaşadığı her olay insana kendi hayatından parçalar hatırlatıyor, sanki hazineyi ararken onlar kadar sen de yoruluyorsun; ama kitabın ilerleyen sayfalarında anlıyorsun ki hazine dedikleri şey altın, taş ya da sihirli bir eşya değil, insanın kendi içinde sakladığı cesaret, umut, sevgi ve kendini tanıma gücü; hikâye bazen heyecanlı, bazen duygusal ama en güzel yanı, okurken kendi hayatını düşünmeni sağlaması, çünkü karakterlerin yaşadığı ikilemler, korkular ve seçimler 15 yaşındaki birinin bile ‘ben de böyle hissediyorum’ demesine neden oluyor; kitap bittiğinde ise hem maceraya doymuş oluyorsun hem de fark etmeden kendi içindeki ‘hazine’ fikrine kafa yormaya başlıyorsun.
İnsan, insanın yoldaşıdır hayat dediğin en çok da iki kere başkalarına muhtaç bırakır bizi: evlenirken ve ölürken. Çünkü o anlarda sadece kalp değil, gözde kalabalık arar. Bir el, bir omuz, bir nefes ister yakınında.
Kabul edelim ki insanın başına ne gelirse gelsin hayat devam ediyor ama bazen öyle anlar olur ki dilimiz tutulur, yüreğimiz paramparça olur ama unutma! hayat acılarımıza hiç aldırış etmeden sürüp gider.
Kitabı ilk elime aldığımda yalan yok, içimden “ya kesin akıcı değildir, ben bunu okurken bayılacağım sıkıntıdan” diye geçirdim. Ama daha ilk sayfadan itibaren kurduğu dil, anlattığı hikâyeler, verdiği his… resmen beni içeri çekti. Okudukça fark ettim ki bu kitap sadece bir metin değil; insana kendi içindeki labirentleri gösteren bir ayna gibi.
Her sayfasında hem güldüren hem düşündüren bir taraf var. Bazen kelimeler o kadar net bir şekilde dokunuyor ki sanki yazar değil, kendi beynim bana bir şey anlatıyor gibi hissettim. Kitap beni sadece etkilemekle kalmadı, hayatımda gerçekten önemli bir ders bıraktı. Son sayfayı kapattığımda içimden şu cümle kendiliğinden döküldü:
“Bazen çok büyük acılar yaşarız ve deriz ki ‘Allah’ım lütfen bu acıyı bana unuttur.’ Sanırız ki unutursak iyileşiriz… ama meğer asıl güç, unutmadan yaşamayı öğrenebilmekteymiş. Acının içinden geçmek, ondan kaçmadan yüzleşmek, insanı büyüten asıl şeymiş.”
Bu kitap benim için öyle bir yerde duruyor ki… ders çıkarıp cebime koydum, zihnimin bir köşesine de sağlamca kazıdım.
Çünkü insan yaşadığı gerçeğin gerçek olduğunu bilse bile gerçekle hakikatin farkını fıtraten bilirdi.Bu sebeple görmeden inanmam diye diye yaşar, ama görse bile şüphe ederdi.