Her şey, Yüce Allah’ın emriyle hareket eder elbet. “Her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir.” O, “Ben’den isteyin ki size vereyim” der bize. Yeter ki biz, istemesini bilelim.
“Görmedin mi Rabbin fil sahiplerine ne yaptı? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi. Onlara, çamurdan sertleşmiş taşlar atıyorlardı. Sonunda onları, (kurt tarafından) yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptı.
Buyurdular ki: “Ne mutlu Ben’i görüp iman edene! Ne mutlu Ben’i görmediği halde iman edene de!” Getirdiği din üzere doğan ve O’na iman etme mutluluğuna eren tüm çocuklarımıza ve gençlerimize…
Tabii ki herkesin ahiret hayatındaki mükafatı, dünyadaki yaşayışına göre olacaktır. Dolayısıyla ahiretteki mutlu hayatı gören mü’minler dünyada geçirdikleri hayatın bir hapis hayatı olduğunu, kafirler ise dünyadaki hayatlarının cennet olduğunu anlayacaklardır.
Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer o et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalptir.
Müslümanın kendi inançlarına ters düşenlere benzemesi dünyada şahsiyet zafiyetine, gittikçe kendisine ve değerlerine yabancılaşmaya ve karşıt güçlere uşak olmaya sevkedecek; ahirette ise azaba yol açacaktır.
Gazali’nin ifadesiyle Yüce Allah’ın verdiği nimeti, O’nun rızasına uygun yerde harcamak şükür; sevmediği yerde kullanmak ise nimete karşı nankörlüktür.
Mü’minin hali şaşırtıcıdır. Bütün durumları kendisine hayırlıdır. Bu sadece mü’min içindir. Bolluk ve saadet elde ederse, şükreder; bu, onun için hayırlıdır. Başına sıkıntı gelirse, sabreder; bu da kendisine hayırlı olur.
Kronik vicdan azabı, tüm ahlakçıların hemfikir olduğu gibi, hiç de istenmeyen bir duygudur. Eğer kötü bir davranışta bulunduysanız, pişmanlık duyun, elinizden geldiği kadar durumu düzeltin ve bir dahaki sefere daha iyi davranmaya bakın. Ne sebeple olursa olsun hayatınızın üzerinde kara kara düşünmeyin. Temizlenmenin yolu çamurda yuvarlanmak değildir.
Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz. Beş Şehir işte bu hesaplaşma ihtiyacının doğurduğu bir konuşmadır.
Beş Şehir’in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır. İlk bakışta birbiriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz.
Bir nehrin suları bizi önüne katmış götürüyor. İnsanlar akıntıdan kurtulmak için kıyıdan sarkan dallara tutunmaya çalışıyorlar. Kimi din dalına tutunuyor, kimi milliyetçilik, kimi Kürtçülük; kimi ise nihilizme gömülüyor.
Kimse hayatından memnun değil. Herkes derin bir huzursuzluk içinde kıvranıyor, daha iyi bir hayata ulaşmak istiyor ama o yeni hayatın ne olduğunun da farkında değil.
Her birimiz, “dünyada bugünkü kadar açlarla toklar birbirinden ayrı iki düşman grup halini almamış” olduğu gerçeğine başkalarını da ekleyerek “bu dünyayı biraz değiştirmek” isteğiyle “daha iyi bir dünya peşinde” olduğumuzu söyleyip duruyoruz kısılmış bir sesle.
Doymak bilmez bir nesil var artık. Maneviyat arama. Senin “kanaat ve şükür” dediğin kavramlar maneviyata ait. Artık seküler bir dünyamız, bir zihnimiz var. Bizden bahsetmiyorum. Çocuklardan, torunlardan.