Papanın ziyareti için tasarlanan logo hayli enteresan. https://resmim.net/cdn/2025/11/29/wDTkux.jpg batan bir lale, yükselen bir haç ve hristiyanlık -paganizm sembolü olan Triquetra sembolü. Semboller ziyaretler için değil, uzun vadeli 'rüya'lar içindir. Her şey normal ve olabilir anlayışına ise bir vurgu. Ne İstanbul'dan vazgeçildi ne de haçlı zihniyeti bir rüya. Ekmeğinden başka bir derde düşürülemeyen, ayin meselesinde dahi safi hoşgörü beklenen bu toprakların insanına hakaret olarak görüyorum. Tıpkı terör-çözüm süreci açılımından sonra şu dönemler hayli manidar... Allah şehit toprakları olan bu vatanı her daim korusun.
Tarih boyunca tüm yoksul ülkeleri sömürmüş ve sömürgecilikte olan Batı, bugün uygarlık tanımı olarak benimsenmektedir. Eğer bu tanım, belli servet ve refah düzeyinin tanımı ise, gerçekten bugün Batı, televizyonlarında köpek maması reklamı yapacak kadar zengindir. İnsanların ekmek dertleri yoktur. Her türlü siyasal akım açık açık tartışılmaktadır. Ancak, bir yaşam düzeyinin uygarlık adı verilen özelliği, geçmişinde ve temelinde yoksul halkların kanlarıyla kirlenmiş ise, bunun adı uygarlık olabilir mi? Bugün Batı tüm uygarlık gösterilerine karşın sömürgelerde yaptığı sömürünün suçunu ve ayıbını omuzlarında taşımaktadır. Bunun dışında Batı, sadece ve sadece kendi insanına karşı uygar ve demokrattır. Özgürlükleri yalnızca kendi insanına hak görmekte, bunu yoksul ülkeler için gereksiz bir süs saymaktadır. Doğu, Batı için sadece emeği çalınacak, yer altı zenginliklerine el konacak sömürü kaynağıdır.
Türkiye'de birtakım sözcüklerin müthiş tılsımı vardır. Bunları kullanmaya başlayınca. hem ne kadar vatansever olduğunuz anlaşılır, hem de bu sorunları enine boyuna bildiğiniz ortaya çıkar. Bunlar her eve lazım sözcüklerdir. Bir arkadaşınızına yurt sorunlarını tartışıyorsunuz. Bakıyorsunuz arkadaşınız bu konuları gerçekten iyi biliyor. Çok kitap okumuş, araştırmış. Konuştuğunuz konuların bazılarını ilk kez ondan duyuyorsunuz. İşin içinden sıyrılmak istiyorsanız lafınız hazır. Şöyle hafifçe doğrulup kaşınızı havaya kaldırır ve: - Her kanaat muhteremdir kardeşim, dersiniz. Arkadaşınız da sanır ki, siz bu konularda onun gibi kafa yormuş, eninde sonunda kendinize göre bir düşünceye varmışsınız. Bu düşünüş arkadaşınızın düşüncelerine uymamaktadır. Siz arkadaşınızın fikrine katılmıyor, kibarca tartışmadan çekiliyorsunuz. Bu iyi ve zararsız bir yoldur Böylece, önce kanaat olmadığı için muhterem sayılmayacak fikirsizliğinize mazeret bulmuş olursunuz.
Her ülkede sınıflar arası çelişmeler vardır. Bu toplumsal bir gerçektir. Ancak asıl büyük ve temel çelişme, sömüren ülke ile sömürülen ülke arasında sürdürülmektedir.
(...) Sol sadece, halkın sorunlarını halka anlatmak, çözüm yollarını birlikte bulmak ve yeni adaletli düzeni birlikte kurma savaşıdır. Entellektüel dedikoduculuk, bireysel bunalım, bilgiçlik gösterisi, meyhane gevezeliği değildir. Kusura bakmasınlar, bizde solcu aydınlar halka sorunlarını anlatma yerine, birbirlerine karşı bilgi ve kültür gösterilerine kalkışmışlar, bunun içindir ki bütün enerjilerini birbirleri ile uğraşarak harcamışlar ve harcamaktadırlar. Şimdi iki takıma ayrıldık. Bir kısmımız ille de işçi sınıfı önderliği deyip tartışmayı kesiyor, bir kısmımız buna karşı. Halkın bu çatışmalardan bir haberi var mı dersiniz?
(...) Büyük kentlerdeki işçi mitingleri biraz da düşündürücüdür Toplantıyı izleyenler öğrenci, öğretmen, aydın, yani ara tabakalar. Konuşmacılar hep işçi sınıfı önderliğinden söz açar ve alkışlanırlar. Alkışlayanlar kim? işçi olmayanlar. Sağcı sermayeci partilerin toplantılarını ise hep kasketliler doldurur. Ve kendi ekonomik yaşantılarına karşı sözleri, kendi öz sorunlarıymış gibi dinlerler. Binlerce emekçi, bir halk düşmanını, bir demagoğu alkışlarlar. Aynı soruyu soralım. Konuşanlar kim? Kapitalistler alkışlayanlar kim? Emekçiler! Kapitalist olmayanlar! Bir kısır döngüdür bu. Emekçi sömürüldüğü için sorunlarına ve emeğinin bilincine sahip çıkamaz. Aydın, emekçi ile ilişki kurma olanaklarına sahip çıkmadığı için kendi kendine toplumculuk yapar.
(...) Türkiye, az gelişmiş değil geri bırakılmış bir ülkedir. Bugün dünya gerçekleri, ülkeleri, gelişmiş ve geri kalmış ülkeler olmak üzere ikiye ayırmıştır. Geri kalmış ülkelerde sınıflararası sömürme-sömürülme ilişkisi, bu ana çelişmenin kurallarına göre sürdürülmektedir. Çünkü sistemi, işleyişi ve tanımı fereğince, uluslararası para akımına dayanan kapitalizm, enternasyonal bir örgüt olarak geri kalmış bir ülkede, sermayeci küçük bir azınlıkla işbirliği yapmaktadır. Geri kalmış ülkelerde komprador burjuvazi denen ve yabancı sermaye komisyonculuğu ile icrayı sanat eyleyen bu çevreler, ister istemez zorunlu olarak dış merkezlerden yönetilmektedirler. Sermayenin bağlı olduğu merkezler, sermayenin kullanılış koşullarını saptırarak, ülke içinde küçük ama etkili bir azınlığı denetimleri altına almaktadırlar.
(...) Ruhun ya da yönetici ilkenin üç temel etkinliği vardır. Öncelikle, bedenin duyumlarından gelen imgeleri kullanarak bir iç söylem (ki bu yargıdır) geliştirir: Karşısına çıkan nesne ya da olayın ne olduğunu ve daha da önemlisi kendi için ne ifade ettiğini bildirir. Stoacılığın tamamı bu iç söylem anında, zihindeki görüntüler hakkında verilen yargılar sırasında yaşanır. Epiktetos da, Marcus Aurelius da bunu defalarca yinelemişlerdir: Her şey yargıdan ibarettir; bizim derdimiz olan şeyler nesneler değil, bizim onları nasıl değerlendirdiğimiz, haklarında nasıl bir fikir oluşturduğumuz, onlar için nasıl bir iç söylem geliştirdiğimizdir.
Bunun hesabını pek tutmuyorum, ölçü dahilinde tabii. Kültürü temsil eden, özellikle sahaf türünde bir eserse özellikle. Ama günümüzdeki ne idüğü belirsiz, özellikle genç dimağları hedefleyen, genellikle şirketi ve üzerinden çıkarmadığı takım elbisesiyle etrafta amaçsızca dolaşan manasız, ruhsuz, çerez dahi denilemeyecek kitaplara otobüs parasını dahi vermem. Yazarı yürüsün, zihni açılsın. :))
Kitap okurken üzerine dökülmeyen kahve benim içim kafi :) bir de yazılanların ruha sirayet etmesi.. zira kahve de, çay da, bunların türevleride 'kitaplar dahil' insana eşlik eden yalnızca bir aracı. O eser tesir edemedikten, yalnızca tüketildikten sonra kahvenin en âlâ olmasındaki mâna nedir?
Pek olmadı diyebilirim. En son yarım bırakmayı düşündüğüm -ismi lazım değil yahut yazarına serzeniş- eserini uzun denilebilecek bir dönem okumuştum, çözümlemek adına da. Kitap artık cildinden feragat edip, kese kağıdına dönüşmüştü :)
İbn Sina&İbn Tüfeyl - Hay bin Yakzan eserini çok severim. İçerisinde Nezihe Araz'ın Anadolu Evliyaları'ndaki uhrevilik kadar Alvarlı Muhammed Lutfi Hazretleri'nin Hülasatül Hakayık ve Mektubat-ı Hâce Muhammed Lutfî eserindeki demini bulurum. Bir seçim yahut öncelik belirtmek mümkün değil. Rahmana ulaştıran ve O'nu arayan sözü dinlerim.
Halkın yoksulluk ve geriliği üzerinde vesayet kurmak isteyenlerin ilk başvuracakları sözcükler, komünistlik, Rus uşaklığı ve "Moskova'ya ... Moskova' ya ... " suçlamalarıdır.
Bu satırların yazıldığı günlerde Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Süleyman Demirel, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin resmi konuğudur. Ve "bir sosyal sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis eden ve bir sosyal sınıfı ortadan kaldıran" 1917 ihtilalinin lideri Lenin'in mezarı başında saygı duruşunda bulunmakta, kadehini Rus Komünist Partisi onuruna kaldırmaktadır. Büyük Millet Meclisi Başkanı Sayın Ferruh Bozbeyli ise, yine "memleket içinde müesses iktisadi ve sosyal temel nizamları yıkan" Mareşal Tito'nun Yugoslavya'sında, komünist kalkınma yöntemlerini incelemektedir Komünist Romanya'ya yapılan gezinin dedikoduları ise basında henüz tazeliğini yitirmemiştir Doğaldır ki iktidara "ortanın solu, Moskova yolu" propagandaları ile gelen, tüm namuslu aydınları, yazarları, romancıları, düşünürleri Rus casusluğu ile suçlayan, on dört yaşındaki çocukları ihtilal tahrikçisi diye hapishanelere atan, Beatles taklidi gitaristleri kırmızı ceket giydikleri için komünisttir diye yakalamaya kalkan, Yargıtay Başkanı'ndan hukuk öğrencisine kadar herkesi Moskova'ya bağlı olmakla suçlayanların Moskova gezileri, üzerinde önemle durulması ve düşünülmesi gereken bir konudur. *(Kim, 29 Eylül 1967)
Düşünceler, gelecek düzenlerin tohumlarıdır. Gelecek kuşaklar bu tohumların başakları ile büyüyecekler. Öyle ise, tohumların düşeceği, başakların boy atacağı toprağı iyi tanımak gerekir. Milli mücadelenin kanları ile yoğurulmuş topraklar, şimdi aydının alın terini bekliyor. Çünkü, milli kültürü, kültür emperyalizmin pençesinden kurtarıp milli temellere oturtmak ilericilerin ilk görevidir. Özentilerden kurtulmanın ve gerçekten halka yakın olmanın tek yolu budur.
Seçimlerde ilçeye 10.000 tank vadedenlere göre değil.:)
(...) Halk için savaşanların halka her yönden yakın olmaları gerekir. Bu ise eninde sonunda bir "entellektüel tercih" sonucu saptanan strateji olarak değil, duygusal içtenliklerin bilgilerle güçlenerek oluşumu ile kazanılmalıydı.
Özenti, sadece komprador burjuvazinin yaşantı düzeyine duyulan özentilerde değil, kendini ilerici sayan aydınların düşünüş kurallarında yatıyordu. Batı eğitimi görmüş, bu uygarlığın kültürü ile kafasını doldurmuş nice diplomalı, aydın geçinen kişiler, halkını hor görmekte bir müstemleke subayı gibi rahatlılar. Bütün bunlar egemen sınıfların içerisinden çıkmış, egemen batı kültürünün koşullarına göre yetişmiş, kişiliklerini böyle bir ortamda biçimlendirmiş olanlar için belki doğaldı. Toplumsal kök, kendi sınıfsal niteliğini kendi bilinciyle koruyordu.
Diyalektiğin içinde sonuç önermelerini öncüllere bağlayan, doğada her türlü nedeni bir araya getiren ve davranışlarda eylemlerin arasında kusursuz bir uyum sağlayan hep aynı ve tek bir akıldır.
Stoacılık insanın kendi kendiyle tutarlı oluşunun felsefesidir. Bu felsefe, yaşamın özü konusunda dikkat çekici bir sezgi üzerine kuruludur. Bundan dolayı da yaşayan kişi varlığının daha ilk anından itibaren içgüdüsel olarak kendi kendiyle uyum halindedir: Kendini korumaya, kendi varlığını ve onu korumaya çalışan her şeyi sevmeye yatkınlık gösterir.
Papanın ziyareti için tasarlanan logo hayli enteresan. https://resmim.net/cdn/2025/11/29/wDTkux.jpg batan bir lale, yükselen bir haç ve hristiyanlık -paganizm sembolü olan Triquetra sembolü. Semboller ziyaretler için değil, uzun vadeli 'rüya'lar içindir. Her şey normal ve olabilir anlayışına ise bir vurgu. Ne İstanbul'dan vazgeçildi ne de haçlı zihniyeti bir rüya. Ekmeğinden başka bir derde düşürülemeyen, ayin meselesinde dahi safi hoşgörü beklenen bu toprakların insanına hakaret olarak görüyorum. Tıpkı terör-çözüm süreci açılımından sonra şu dönemler hayli manidar... Allah şehit toprakları olan bu vatanı her daim korusun.
Sokrates'in etik geleneği, Herakleitos'un fiziksel ve "maddeci" geleneği ve Aristoteles ile Megara Okulunun diyalektik geleneği. Stoacı yaşam biçimi, Sokratesçi yaşam biçimiyle aynı çizgi doğrultusunda yer alır: Her şeyin boyun eğmek zorunda olduğu tek değer, ahlaki iyilik, yani erdemdir. Sokrates'in, Platon tarafından kaleme alınan Sokrates'in Savunması'nda dediği gibi, "İyi insan için, ister hayatta, ister ölmüş olsun, hiçbir kötülük mümkün değildir. " Hiçbir kötülük mümkün değildir," demenin nedeni, iyi insan ahlaki kötülüğü hiç bilmeyeceği ve ahlaki kötülükten başka bir kötülük de olmadığı için, başkalarına kötülük olarak görünen ölüm, hastalık, zenginliğin kaybı, hakaretler gibi şeylerin onun için kötülük sayılmayacağıdır. Ancak, değerlerin bu şekilde dönüştürülmesi, yalnızca kişinin ya kendisi ya da bir başkasıyla geliştireceği bir diyalog, bir logos, bir akıl yürütme yoluyla kendini incelemesine dayalı olan entelektüel ve etik bir işlem sayesinde gerçekleşebilir.
"Yaşamını mümkün olan en iyi biçimde geçirmek: Bunu yapabilecek gücü de ruhumuzda bulabiliriz, tabii eğer önemsiz şeylere karşı kayıtsız kalabilirsek."
Her şey karşılıklı olarak birbirine bağlıdır ve aralarındaki bağda kutsaldır. Başka bir deyişle hiçbir şey bir diğerine yabancı değildir: Gerçekte her şey belli bir düzen içindedir ve her bir şey de ayrı ayrı, aynı dünya düzenine katkıda bulunur; her şey tek bir dünyayı oluşturur ve her şeyin içinden tek bir Tanrı, tek bir öz, tüm akıl sahibi varlıklarda ortak olan akıldan ibaret tek bir yasa, tek bir gerçek geçer.
Dikte yoluyla yazmanın çeşitli sakıncalar taşıdığının altını, katipler kullanmasıyla ünlü olan Hieronyrnus şöyle çiziyor: "Yazmadan önce kalemini mürekkebe bizzat daldırıp birkaç defa çevirmek zorunda kalacağın için yalnızca yazılmaya gerçekten değer olan şeyleri yazmak başka şeydir, katibi bekletmemek kaygısıyla hiç susmamak için ağzına gelen her sözcüğü yazdırmak bambaşka."
Düşünceler, ilkçağda adına hypomnema denilen ve "günü gününe tutulmuş kişisel notlar" biçiminde tanımlayabileceğimiz yazın türüne aittir. O çağda çok yaygın olan bir uygulamaydı bu. En dikkat çekici örnekleri arasında da İmparator Neron'un zamanında, bu da demek oluyor ki MS l. yüzyılda yaşamış evli bir kadın olan Pamphila'nın yayımladığı hypomnemata sayılabilir. Bugüne ne yazık ki ulaşmamış olan bu derlemenin başına koyduğu giriş yazısında, kocasıyla birlikte geçirdiği, "tek bir gün ya da tek bir saat" kesintiye hiç uğramamış olan otuz yıllık evlilik yaşamı boyunca, kocasından ve evlerini ziyaret etmeye gelen konuklarından ya da okuduğu kitaplardan öğrendiği her şeyi not almış olduğunu belirtmiştir. Bu notları hiçbir düzene koymadan, konulara göre ayırmadan, her şeyi yaşanmış olduğu sıra içinde bırakarak, yani hypomnemata şeklinde yazmış olduğunu anlatır. Yayımlanırken, bu notları konularına göre belli bir düzene koymayı da düşündüğünü, ancak bu çeşitliliği ve plansızlığı daha çekici ve zarif bulduğunu da ekler. Yayımlanma sırasında yalnızca bu giriş bölümüyle, bir de anlaşıldığı kadarıyla birkaç geçiş metni yazdığı görülmektedir. Bu şekilde arka arkaya dizilmiş olan notları filozofların yaşamıyla, tarihle, belagatle ve şiir sanatıyla ilgilidir.
Bizim, günümüzde birbirinden ayırt etmiş olduğumuz on iki kitap, yazarın gözünde de kendi içlerinde bir bütünlüğü olup da birbirlerinden farklı olan düşünce dizilerini oluşturuyor muydu? Yoksa bu bölümleme, yalnızca biçime ya da eserin üzerine yazılmış olduğu malzemenin boyutlarına bağlı olan, tamamen rastlantısal nitelikte bir şey miydi? Yoksa bu kitaplar birbirlerinden, Marcus Aurelius'un ölümünden sonra bir yazman tarafından ya da belki onuncu yüzyılda eseri ilk defa yayımlayan Arethas tarafından mı ayrılmışlardı? Vaticanus'ta kitaplar ara sındaki ayrımların çok az belirgin, neredeyse hiç yok gibi olduğu da görülebilir.
Epiktetos'un dediği gibi, felsefenin asıl amacı, özel bir paltoyla dolaşmak değil, doğru bir akla sahip olmaktır. Felsefe sert döşekte uyumaktan ya da diyaloglar yazmaktan ibaret değildir, onun asıl işlevi, karakteri yükseltmektir. Felsefeyi ne sofistçe böbürlenmelerde, ne kitabi anlatımlarda, ne görkemli hitabetlerde ne de gösterişin içinde değil, tam aksine ancak yalınlıkta bulabiliriz.
(...) Eninde sonunda kültür emperyalizmine dönüşmek, emperyalizmin kuralıdır. Doğu'nun kültür hayatı, Asya stepleri gibi çorak kaldı. Ne ekonomik teorisi, ne de hukuk sistemi yaşaıdı. Onun içindir ki, Doğu kültürü denince, çember sakallı molla, cami minberi akla geldi. Batı, viskisiyle, dansıyla, smokini ile, doğu ise tesbihi, gülsuyu ve şalvarı ile anıldı. Birinin geriliği, harbarlık, diğerinin yaşamı ilericilik sanıldı. Bu muydu uygarlık? Eğer bu ise, demek yeryüzü bu çağın olgunluğuna, henüz adımını bile atmamış ...
Avrupa, bugünkü aşamasına ve düzeyine feodaliteden, burjuva devrimlerinden, sosyal ihtilallerden geçerek ulaştı. Asya'yı, Afrika'yı sömürerek, geri ülkelerin servetlerine el koyarak gelişti. Asya'nın sarı, Afrika'nı kara derili insanları, hep bugünkü Batı uygarlığı için çalıştılar. Belleri kılıçlı ispanyol denizcilerinden, başları hasır şapkalı kolonicilere kadar tüm sömürücüler için Doğu' nun yoksul halkının alın teri ve kanı, Avrupa bankalarında banknot oldu, büyük kentlerde gökdelen, hastahane, okul, konser salonu ...
Türk halkı bütün bunların hesabını soracaktır tıpkı milli mücadeledeki gibi ... Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Parmak uçlarımızla sizleri gösterip; - Suçlular ayağa kalkın' .. diyeceğiz. Ve o günler hiç de uzak değildir. (Kim, 25 Ağustos 1967)
Yabancı devlet alkışçısı değiliz ki çekinelim; yabancı şirketleri savunmuyoruz ki utanalım. Diktatör yardakçısı olmadık ki, korkalım. Türk halkının yaşama hakkını savunuyoruz. Bizim fikirlerimizin kökü burada aranmalıdır.
Tarihçi Cassius Dio'nun sade ama içi dolu yargısı, onun üzerinde verilmiş en doğru hükümlerden biridir: "Hak ettiği şansı hiçbir zaman bulamadı*... Ama bütün hükümdarlığı boyunca hep birden çok felakete karşı koymak zorunda kaldı. Benim onu diğerlerinin hepsinden daha fazla takdir etmem de bu yüzdendir, çünkü bütün o sıra dışı ve olağanüstü güçlükler karşısında hayatta kal mayı ve imparatorluğunu kurtarabilmeyi başarmıştır."
"Roma dünyası," diye yazmış Ferdinand Lot, "tarihin bir daha benzerine hiç rastlamadığı türden bir hükümdarlar silsilesinin tahtta birbirini izleyişine tanık oldu ve bu tam da ilkçağ dünyasının duraklama ve ardından da çöküş dönemine denk geldi." Başkalarıyla birlikte Marcus Aurelius, Septimus Severus, Diocletianus, Julianus ve Theodosius'u da örnek olarak gösterdikten sonraysa şöyle devam ediyor: "Bunlar birer devlet adamı, yasa koyucu ve savaşçı olarak Britanya'dan Ren'e, Ren'den Tuna'ya, Tuna'dan Fırat'a dek Roma dünyasını ve uygarlığını önce barbar Cermen ve Sarmatlara, sonra Partlara ve en sonunda da Perslere karşı savunmuşlardır. Yaşamlarının her gününün tehdit altında geçmiş olduğunu herkes biliyor.
Eski çağlara ait eserleri anlayabilmek için onları kendi bağlamları içine oturtmak gereklidir ve sözcüğün en geniş anlamıyla bu bağlam maddi, toplumsal ve siyasi durumu içerdiği kadar düşünce, belagat ve felsefe evrenlerini de içine almaktadır.
Şöyle bir geçmişe bakarsınız; Damat Ferit vatan haini değil miydi? Onun yaverleri, sırmalı paşaları, Anzavur'u, Kuvay-ı inzibatiyesi, Ali Kemal'i ... Ve neden Mustafa Kemal 'e bolşevik diyordu Bolu Mutasarrıfı? .. Mustafa Kemal ve ismet Paşalar, izmir'e boyunlarında halifenin idam fermanlarıyla giriyorlardı. O Halife ki, islam dünyasının başıydı; neden ingiliz işgal ordularının başı gibi düşünüyordu? .. O Damat Ferit ki, altı yüz yıllık imparatorluğun sadrazamıydı. Neden Düyun-u Umumiye'nin her dediğine evet diyordu?.. O Anzavurlar, Kürt Mustafalar, Ali Kemaller, Zeynel Abidinler, Çapanoğulları, Çerkez Ethemler ... Bütün bunlar tarihin bir sayfasında unutulmuş mudur? Geçmişin karanlıkları bu hainlikleri örtmüş müdür? Ve bugün, dünün bu hainler hortlayıp, alınlarındaki damgalarla, boyunlarında suçlarının ilmiği, arkalarında kefenleri ile büsbütün uzak mıdırlar siyaset sahnesinden? Öyle ise kim savunuyor yabancı şirketlerin karlarını, yabancıların ipoteklerini?.. Sömürge imparatorluklarının ayrıcalıklarını? .. Kim? .. Hortlamışlar bir bir, yerlerini, satlarını almışlar. Dün yapamadıklarını, başka yollardan şimdi yapıyorlar .. Partilerde iri kıyım siyasetçi olmuşlar, üniversitede profesör, basında yazar. Yine eskisi gibi yabancıların çıkarlarını savunuyorlar; adaletsiz düzenin jandarması, demokrasinin tüccarı olmuşlar ...
Platon, görüşlerin keyfiliği olarak parrhesianın karşısına, iyi ve cesur parrhesiayı yerleştirir. Parrhesiastes [parrhesiayı icra eden kişi], halkı pohpohlamaya çalışan popülistlerden ve siyasetçilerden farklıdır. Doğruyu söylemenin tehlikeleri yok değildir. Özellikle Sokrates, cesur parrhesianın örneğidir. Sözleri bütünüyle hakikat kaygısına dayanır. Doğruyu söylemek, onun ölünceye kadar vazgeçmediği bir ödevdir.' Bu ödev, onun filozof olarak varoluşuyla örtüşür. Ölme riskini bile göze alır. Foucault, Sokrates'in bir parrhesiastes olarak oynadığı rolü güçlü biçimde vurgular: "Burada, bir demokraside adalet ve yasa adına doğruyu söylemek isteğiyle hayatını riske attığını kanıtlayan bir örneğimiz bulunmaktadır. Parrhesianın tehlikeli olduğu doğrudur, ancak Sokrates'in bu parrhesianın risklerini göğüsleme cesareti gösterdiği de doğrudur."
Nietzsche'ye göre hakikat, insanların birarada yaşama imkanını kolaylaştırmaya hizmet eden toplumsal bir yapıdır. Birarada yaşama varoluşsal bir temel sağlar: "Hakikat dürtüsü, gerçek dünya ile yalanlar dünyasının ne kadar karşıt olduğuna ve uzlaşımsal-hakikat koşulsuzca bağlayıcı değilse, tüm insan varoluşunun nasıl da belirsiz hale geldiğine dair keskin bir gözlemle başlar: Eğer insani bir toplum ... var olacaksa, katı bir uzlaşımın zorunluluğu hakkında ahlaki bir kanaattir bu. Savaş hali sona erecekse, işe hakikatin tespit edilmesiyle, şeylerin geçerli ve bağlayıcı bir imlemiyle [Bezeichnung] başlamak gerekir. Yalancı, gerçek olmayanı gerçekmiş gibi göstermek için kelimelerden istifade eder, yani sağlam temeli kötüye kullanır." Hakikat, farklı geçerlilik taleplerinin bir bellum omnium contra omnes'e [herkesin herkese karşı savaşına] , toplumun topyekun bölünmesine yol açmasını engeller.
Artık kanıksadığımız ve sorunsuz olarak algıladığımız bir yaşam dünyasına fırlatılmıyoruz. Yaşam dünyası artık bir tasarı [Entwurf] meselesidir. Eskiden bölünmez bir birlik olarak algılanan bütüncül ufuk, radikal bir fragmantasyon sürecine maruz kalıyor. Küreselleşmeyle birlikte dijitalleşme ve ağlar oluşturma, yaşam dünyasının çöküşünü hızlandırıyor. Yaşamı dünyasının giderek olgusallıktan ve bağlamdan koparılması, iletişimsel eylemin bu "bütünsel arka planını" yok ediyor. Yaşam dünyasının olgusallığının ortadan kalkması, anlaşma odaklı iletişimi büyük ölçüde engelliyor. Yaşamı dünyasının olgusallıktan koparıldığı göz önüne alındığında, internet üzerinde kimlik ve topluluk deneyimlerini yeniden mümkün kılacak alanlar tesis etmeye, yani kanıksanmış ve sorunsuz kabul edilen bir ağ tabanlı yaşam dünyası kurmaya yönelik ihtiyaç ve çabalar ortaya çıkmaktadır. Böylece internet, kabileleştirilmektedir.