İnsanın dilsiz varlığı, ki varlık dilsizdir, ancak dil ile bilinir ve bildirir olabiliyor. Bir başka deyişle insanoğlu, dili harekete geçirmediği sürece ölüdür.
Bana göre, şiir hakkında yazı yazmak bir savunma değil bir fetih olmalıdır. Fethedilecek olanın gönül değil zihin olduğunu hemen söyleyeyim. Gönülle zihin arasında önemli farklar mevcut. Zihin dünyada olduğumuzu, gönül dünyadan olmadığımızı anlatır. Kimse dünyadan değildir ve herkes dünyadadır. Dünya daima dünyadan olmayan bir ilkeyle tazelenir.
Kays, evet aklını yitirmiş, adı Mecnûn'a, Çılgın'a çıkmıştı ama dünyaya ün salmıştı. Bir delilik idi ki onunkisi, binlerce akıllılığa bedel. Çıldırmıştı ama çağlar boyu bütün akıllılar bu çılgınlığı kıskandılar.
Olgunlaşmak acılarla oluyordu çoğunlukla. Kaldı ki, Leylâ'dan ayrılırken bağrıma aşk yazılsın diyen ben idim ve dualarım kabul olmuş, bir şair eline düşmüştüm.
Kârbân-ı râh-ı tecrîdiz hatar havfın çekip Gâh Mecnûn gâh ben devr ile nevbet bekleriz. (Fuzûlî)
Mecnûn ile ben, soyutlanmışlık yolunun kervanıyız. Yolkesiciler kervanımıza saldırıp da tekilliğimizi bozmasınlar diye bazen o, bazen de ben, sıra ile şu dünyanın aşk nöbetini tutuyoruz.
".. ona neden Muhteşem Süleyman denildiğini kolayca anlayabilirlerdi. Bu adam eski Roma ilâhlarıyla savaşmak için yaratılmış gibiydi. Girdiği kapının iki yanındaki tunç topların üç kantarlık taş gülleleri onun elinde bir topuz olabilirdi ancak."
Odayı birdenbire dolduran karanlıkta, "Allah rahatlık versin," sözü sanki derin bir boğazın kayalarına çarparak yankılanıyordu. Bu sözde, rahat yaşamayı seçen bir arkadaşa ölüme giden bir arkadaşın son selamı, biraz da ayıplaması vardı.
Şimdi anlıyorum ki, ben o gün bir sınırı aşıp herkesten ayrılmışım.Oysa benim yaradılışım herkesten başka türlü değildi. Zor iş, herkesten başka türlü değilken başka türlü olmak...
Bayrakla, bir tek onunla sarılması gerekir. Çünkü bizlerin katledilen birer et yığını olmadığımızı herkesin anlaması lazım, ölenleri çaresizce ve sessizce anmak için millî marş okunuyor.
İnsanoğlu özünde acımasız bir varlık mıdır? Bizler sadece evrensel tecrübeleri mi yaşıyoruz? Sadece yüce bir varlık olduğumuz yanılgısıyla yaşıyoruz hepsi bu; her an bir hiç olan böcek, hayvan, irin, iltihap kümesine dönüşebilir miyiz acaba? Hakarete uğrayıp, mahvedilip öldürülmek, tarihte defalarca kez tekrarlanan bütün bunlar insanoğlunun kaçınılmaz kaderi mi acaba?
Bazı anıların açtığı yaralar kapanmaz. Zaman geçtikçe anılar bulanıklaşmıyor, aksine geriye bir tek o anı kalıyor ve diğer her şey yavaş yavaş yok oluyor.
Eskiden kırılmaz camlarımız vardı bizim değil mi? Onlar cam mıydı başka bir şey miydi emin değilim ama şeffaftı, sağlamdı ve gerçekti. Demem o ki ağabey, bizler kırılarak bir ruha sahip olduğumuzu gösteriyoruz değil mi? Gerçek camdan yapılmış insanlar olduğumuzu ispatladık.
Bir oradan bir buradan konuşup birbirimizin hâlini hatırını sorarken bakışlarımız, şeffaf birer dokunaç gibi sessizce birbirimize uzanarak yüzlerimizin ardındaki gölgeleri, sohbet ve sahte gülüşlerle kapanmayan acımızın izlerini okşayıp teyit etmişti.
Artık daha fazla korkmadığımı fark etme hissi, şimdi ölsem de olur hissi, yüz binlerce insanın kanının bir arada koskocaman bir damar oluşturduğu bir canlı hissi...
İnsanlara inanmıyordu. Hiçbir yüz ifadesine, hiçbir gerçeğe, hiçbir boş cümleye bile tamamen güvenmiyordu. Bir tek mütemadi şüpheler ve soğuk sorular içinde yaşamak zorunda olduğunu biliyordu.
İnsanlar öldüğünde havalanan küçük kuş, yaşarken bedenlerinin neresindedir acaba? Kaşlarının çatında mı, kafasının üstünde mi yoksa kalbinde bir yerlerde mi?
Size yazmanızı buyuran nedeni araştırıp ele geçirmeye bakınız. Yüreğinizin ta en dip köşesinde kök salıp salmadığını araştırınız bu nedenin. Yazmanız diyelim ki yasaklandı, ölür müydünüz o zaman ya da yaşar mıydınız eskisi gibi, bunu açıklayın kendi kendinize.
Sonbahar mevsiminin kışa yöneldiği günlerde, sıklıkla geçtiğim yola bakan kırtasiyecinin camında, "Mutluluğu Bulan Konum Atsın" yazısını gördüm. Kırtasiyecinin camındaki yazı, başka bir dükkânın rafındaki "Mutluluğu Kaybettiğin Yerde Arama" kitabını anımsattı bana.
Semtlerin eski isimleri unutuluyor, şehir hızla geçmişinden koparılıyor. Oysa şehirler de insanlar gibidir, geçmişlerini unuturlarsa, tarihlerinden koparılırlarsa kişiliklerinden de koparılırlar. Hiçbir özellikleri kalmaz. Birbirine benzeyen, sıradan insanlar gibi olurlar. Oysa İstanbul sıradan bir şehir değil.
Hepimiz öleceğiz. Gözlerimizi hayata yumunca yaptığımız kötülükler silinecek mi? İşlenen cinayetler, işlenmemiş mi olacak? Zalimlikler yaşanmamış mı sayılacak? Kötüler ölünce alçaklıklarından kurtuluyorsa, iyi insanların yaptıkları olumlu, güzel şeyler ne olacak?
Bazen orta yerde duran bir örtü kalkar ve tam o anda hayatın ne kadar kötü ve acımasız bir yüzü olduğunu dehşetle fark edersiniz. Her şeyin bir cevabı olduğuna inanmak saf bir iyimserliktir.
İnsan ölüme yaklaştığında hatıraları yerli yerince sıraya koymakta güçlük çekiyor. Zaman hızla tükenirken her bir hatıra karanlıktan kafasını kaldırıp, telaşlı köşe kapmacada öne geçmenin peşine düşüyor.