Farklı ülkelerden olan Smita-Giulia-Sarah isimli 3 kadının azim ve mücadele hikayelerini okuyacaksınız Colombani ‘nin bu eserinde. Sanki 3 farklı konulu sevdiğim dizi var da aynı gün yayında ve diziyi aynı anda izlemek istersin de reklama girince bir diziden diğer diziye geçiyormuşum gibi bir hissiyatla okudum kitabı. Smita’nın hikayesinin bir bölümünü okuduktan sonra Giulia’nın hikayesine geçiyor, burayı da biraz anlattıktan sonra tam can alıcı yerde kesiyor ve Sarah’ın hikayesini anlatıyor. Sonra tekrar Smita,Giulia,Sarah örgü şeklinde gittiği için aşırı merak uyandırıyor. Acaba ne olacak diye merak ediyorsun çünkü. Bu yüzden sıkılmadan okuyacağınızı düşünüyorum.Kitabın ismi de bir hayli ilginç ama okudukça göreceksiniz çok anlamlı.3 farklı ülke, 3 farklı kadın, 3 farklı yaşam mücadelesi tek bir yazgıda birleştirmiş. Yazar örgüyü örerken 3 kadının hayatıyla örmüş adeta. Kadın kahramanların olduğu kitaplara bayılıyorum. Mücadeleci ruhlarını görmek beni mutlu ediyor.
Smita Hindistan’da yaşayan bir karakter; Smita’nın tek bir amacı var. Kızının okuma yazma öğrenmesi. Kendisi okuma yazma bilmiyor. Kızı için elinden gelen gayreti gösteriyor. Racasta kentinde; kız çocukları doğar doğmaz bir kutuya koyup canlı canlı kuma gömüyorlarmış. Her yıl 2 milyon kadın öldürülüyor burada. Kızını tüm olumsuzluklardan kurtarıp kızının da kendisi gibi kötü bir hayat yaşamaması için bakalım ne çabalar sarf edecek Smita?
Giulia Sicilya’da yaşayan bir karakter; babasının atölyesine bakmak zorunda kalıyor çünkü babası rahatsızlanıyor. Giulia’nın sevdiğim özelliği; tam bir kitapkolik olması. Kütüphanede vakit geçirmeyi çok seviyor. Hayatına bir adam giriyor. İşler beklediği gibi mi olmuyor, sevdiği adamla mı olacak bakalım neler yapacak bu süreçte Giulia?
Sarah Kanada’da yaşayan bir karakter; Sarah’ı okurken kendimi buldum. Planlı, başarılı olmayı seven, fazlasıyla güçlü bir kadın. Ama o da bir hastalığa yakalanıyor. Bu mücadelesinde neler yaşayacak Sarah? Okuyalım, görelim.
~İşe gitmeden önce gözyaşlarını kalın bir fondöten tabakasının ardına saklamayı öğrenmişti. Her ne kadar canı yansa da, içi bin parça olsa da bunu kimseyle paylaşamıyordu.~ (s.33) İki parçaya bölünmüş halde de olsa da her an patlamaya hazır bir bomba gibi… Kadınların kendilerinden vazgeçmedikleri, Amazon gibi savaşçı ruhlarının ölmediği, mesele düşmek değil kalkabilmek düsturuyla hayatlarına devam etmeleri temennilerimle.. Her kadın; bu 3 karakterden kendi hayatına dair izler bulacağına eminim.
Şimdiden belirteyim; Yoğun varoluşsal sancılar hissedeceğiniz bir eser. Bizdeki ölüm şairi Cahit Sıtkı Tarancı ise İran edebiyatındaki ölüm yazarı da Sadık Hidayet olmalı bence. Ne kadar kurgu da olsa ölümü öyle bir anlatmış ki ölümü zihninde provasını yapan, ölüme kutsallık yükleyen, ölümden korkan aynı zamanda ölümü merak eden bir adam kendisi.. Peki ne anlatıyor biraz bahsedecek olursak; iç dünyasında çok sık çatışma yaşıyor, yalnızlığı seviyor, sorguluyor, ağır bunalımlı bir yazar. Okuduklarımdan kızı kesip bavula koyma düşüncesinden şizofren olduğunu bile düşündüm.Öyle bir kurgu var ki spoiler vermemek adına yazmayacağım. Biraz Edgar Allan Poe tadında..
“Kendimi bütün ruhumla unutmanın uykusuna bırakmak istiyordum. Unutmam mümkün olsaydı, unutmak sürekli olsaydı, gözlerim kapansaydı da azar azar uykunun ötesine, mutlak hiçliğe gömülebilseydim, varlığımı artık hissedemez olacağım noktaya varsaydım, bir mürekkep damlasında, bir musiki ahenginde ya da renkli bir ışında erir giderdim ve sonunda dalgalar ve şekiller öyle büyürlerdi ki, hissedilmezin içinde silinir, yok olurlardı. O zaman dileğime kavuşurdum.”
Kaybedecek bir şeyim kalmadığında ben de böyle duygu karmaşası yaşıyorum.Hangimiz böyle hissetmedik? O zehirli şaraptan ben de içmek istedim.
Arka fonda; Barış Akarsu “aşkın şarabından bilmeden içtim”. dinleyerek yazıyorum bunları.. Derin bir burukluk, boşluk bıraktı ben de belki okuduğum dönem sıkıntılı bir döneme denk geldiği için olabilir, bilemiyorum.
Bir solukta okuyabileceğiniz bu eseri okunacaklar listenize eklemeyi unutmayın derim.
Felsefik kitapları okumayı çok seviyorum önceden çok sıkıcı buluyordum çoğu şeyi anlamıyordum bile ama okudukça bağımlısı oluyorum ciddi anlamda ufkumu genişletiyor. Hakikat arayışıma devam ederken “her arayan bulmaz ama bulanlar hep arayanlardır.” mottosuyla devamlı araştırarak, sorgulayarak felsefenin hayatımda vazgeçilmez olduğunu anladım. 3. Üniversite olarak felsefe okuyacağım böyle bir kararı vermiş bulunmaktayım. Geçici heves mi bilmiyorum ama denemekte fayda var.
Soren Kierkegaard nasıl birisi; melankolik birisi, asıl mutluluğa varoluşumuzu sorgulayarak ulaşabileceğimizi ifade ediyor. Bu kitabında erotik aşk üzerinden olaylar dönüyor ama bu erotik kafamızdaki şekliyle değil, aşk. Bilinçdışında yatanların çakırkeyif hali olma durumuyla dışavurumu. Freud göz kırpıyor hemen. Konusu da ilginç zaten…
Öznel varoluşçu söylemleri tasavvufi bir etki de yarattı ben de. Yunus Emre’nin “bir ben var benden içeri.” sözünü getirdi aklıma. Gerçi Soren’in tanrı ve tasavvufi anlayışı çok farklı insanı zorlayan filozoflardan biri olduğunu düşünüyorum. Derinliklerine inmek için bayağı efor sarf etmek çok okumak gerekli. 94 sayfalık derya denizin içinde boğuldum ben arkadaşlar.. Kolayca okuyacağınız bir eser asla değil onu söyleyeyim.
. “.. bir kuytudan dinlendiği ve insanın fark ettirmeden dinlenmek zorunda kaldığı vakit kulağa en tatlı ve en büyüleyici gelir. Velhasıl, benim sık sık kuytu köşeme çekilmeye yeltenmiş olmam bundandır.Şimdi sükunete kavuşmak için geceye ihtiyaç duymamayı öğrendim.” “… lakin tek başına sessizlik mukaddestir.” diyor bir başka alıntısında. Kendini aramak ve kendini keşfetmek için yalnızlık şart. Her şey algılayanın varlığına bağlı biraz da.Bizim algıladığımız dünya bizim beynimizdeki bilgilerle var olur. Kuantum mekaniğinin kopenhag yorumlaması gibi. Daha çok sorgu daha çok anlamsız cevaplar..
Akademik içerikli kitapları seviyorsanız öneririm. Zira içerisinde çok fazla kavram var. Psikanaliz; diğer metod ve yaklaşımlardan farklı bir şekilde insanı sorgulayıp insan üzerine çeşitli açıklamalar getiriyor. Herhangi bir ölçüm aleti kullanmaksızın insanın üzerinde ruhsal ve nörolojik anlamda araştırmalar yapan Freud’un psikopatolojiye ilgisi, nevrozların kökenini, etiyolojisini kuramsal ve entelektüel düzeyde bizlere aktardığını görüyoruz.
Freud’un bilinçdışı süreçlerinden bahsetmiş.( dil sürçmesi, serbest çağrışım) Ruhsal dünyanın derinliklerine inip ruhsal aygıtın oluşumundaki sistemleri ele almıştır. (İd,ego,süperego)
“.. yorgun olduğumuz için “dikkat etmediğimiz için bir adı unuttuysak, dilimiz sürçtüyse ya da yapmamız gereken bir şeyi yapmadıysak bu Bachelard’ın daha ileride ‘tembel düşünce’ diye adlandıracağı şeyden kaynaklanır.” (s.11) İstemediğimiz ya da bizim için önemli olmayan bir şeyi bilinçdışına atmamız mümkün. İd ile toplumsal değerlerimiz çatışırsa çatışmanın çözülememesi durumunda mekanizmamız ister istemez bundan rahatsız olacak ve savunma mekanizmasından “bastırma”yı devreye sokacaktır.
Analistlerin amacı yol göstermek değil, kişinin kendini, biricikliğini tanıyıp fark ederek kendini tüm yönleriyle kabul etmesine yardımcı olmaktadır aslında.
<< Lacan’dan da sıklıkla bahsetmiştir okumadan önce ne gibi çalışmalar yapmış.Lacan’ın arzu ve fantazm kavramlarını araştırmak iyi olacaktır. >>
Genel hatlarıyla; Cinsellik teorisi üzerine üç deneme Hayatım ve psikanaliz Totem ve Tabu Rüyaların yorumu Çocuk cinselliği teorileri İsterik, fantazmalar ve biseksüellikle ilişkileri Bir paranoya vakasının otobiyografisi üzerine Psikanalitik saptamalar Yas ve melankoli (Darian Leader) okumanızda fayda var yıldızlıyorum. *** Bebeklerde aynada kendini tanıma (özfarkındalık ve beden algısı geliştirme) gibi birçok kavramlardan ve kitaplardan söz edilmiş.
Psikanalitik teoriyi önemsememek mümkün değildir.İnsan davranışlarını, insan deneyimlerinin anlaşılması açısından psikanalizin serüveni her zaman devam edecektir.
Bernard Lewis’in 3. Kitabını bitirmiş oldum. Ortadoğu çalışmalarına büyük önem verdiğini “Ortadoğu” kitabındaki yazdığım incelemede de belirtmiştim.
Ortadoğu yaşamını ve siyasetini anlamlandırmak için çeşitli yerlere geziler düzenlemiş ve bu ülkelerde yapmış olduğu geziler sayesinde Ortadoğu çalışmalarına daha da önem vermiştir. Gittiği ülkelerdeki anılarını kısa anekdotlarla anlatması mahiyetinde olduğundan okuması çok keyifliydi.
Bu esere otobiyografik gezi yazısı desek yanlış olmaz. İlk bölümde kendi yaşamından, eğitim yıllarından bahsetmiş. Diğer bölümlerde Mısır, Lübnan, Filistin, İsrail, Suriye ve Türkiye gibi yerlere olan seyahatlerinden bahsetmiş. Tarih öğrenmenin faydalarına değinip tarih çalışmanın insanlığın vazifesi olduğunu ayrıca tarihin geleceğe yönelik bir rehber kılavuz ve öğretmen olarak görülmesi gerektiğini belirtmiştir. Entelektüel bir bakışla tarihin çıkmazlarında yürüyen Lewis Batı’yı emperyalizmi; batılı toplumların Ortadoğu algısına karşı durmuştur.
Mısır ile ilgili gezisindeki olaya çok güldüm ve hoşuma gitti: O dönemin devlet başkanı Abdünnasır olduğu zaman şöyle bir olay gerçekleşmiş ;
“… sayın Başkan sizinle ilgili tüm fıkraları uyduran kişi bu…. —- Nasır adama dönmüş ve ‘sen gerçekten benimle ilgili fıkralar uydurup yayan kişi misin?’ diye sormuş. Adam evet cevabını vermiş. Nasır adama ‘Sen de benim gibi Mısırlısın ülkeni de benim kadar sevdiğini tahmin ediyorum. Neden bunu yapıyorsun? Mısır’ı büyük, özgür ve saygın bir ülke haline getirdiğimi biliyorsun.’ diye sormuş. Adamın cevabı ‘işte bu fıkrayı ben uydurmadım’ olmuş. (Lol) (s.225/226)
Lewis’i takdir ettiğim durum şu oldu; “..belgeleri okuyabilecek kadar Türkçe öğrendim.” (s.32) Ayrıca Adnan Adıvar’dan Türkçe dersler almış. Türkiye’yi anlamak için elin adamı Türkçe öğreniyor. Biz 2. Dil öğrenmekten aciziz.
Yazarın tarihçi kişiliği de birleşerek esere büyük anlamda bir değer kazandırmış. Yazarın savaş dönemindeki gözlemleri, çalışmaları, ortaya koyduğu bilimsel nesnelliğini de göz önünde bulundurursak Ortadoğu’yu ve Lewis’i anlamak için okuyabilirsiniz.
Ekvator çizgisi gibi zahiri olan bir durumdur. Bu iki hal hem diyalektik bir ilişki içinde bulunur hem de insan varlığının paradoksal yönünü belirler. Öncelikle şunu söylemeliyim kitapta belirtilen yalnızlık kavramı “dışlanmış—anormal” olarak görülen yalnızlığı değil de, insanın kendi bireyselliğini aşan; evrensel ve ontolojik bir hakikati kasteden yalnızlığı ele almış.
Kimi zaman yalnızlık olumludur, besleyicidir; düşünmemiz öğrenmemiz için bize yer açar.Sırf tek başınalığı, yani bir başına olmayı kastetmiyorum, benliğin sınırlarının derinden farkında olmayı kastediyorum; doğru bağlamlarda bu onarıcı olabilir. (s.11) bu alıntı Carl Gustav’ın içe bakan kendini görür olgusunu akla getiriyor. Yalnızlığın bir boşluk değil de bir fırsat olduğu; kendimizle kaldığımızda hayatımıza yeni bir gözle bakma şansı yakalayabilleceğimizi nihayetinde bize kim olduğumuzu gösteren bir ayna gibidir yalnızlık.
Yalnız doğarsın.Yalnız ölürsün.İkisinin arasındaki boşluğun değeri güven ve sevgidir.İşte bu nedenle, geometrik bir ifadeyle daire birdir. Her şey sana ötekinden gelir.Ötekine ulaşabilmelisin.Ulaşamazsan. yalnızsındır.s.15 Nedir bu ötekilik kavramı; “öznenin hariçtekini itibarsızlaştırdığı noktaya erişebilmek” diyebilir miyiz? Kaçımız erişebildik bu noktaya ya da kaçımız eşikte kaldık düşündürücü.
JJ. Rousseau’nun Yalnız Gezerin Düşleri kitabını da okudum burada da“ yalnızlığımda; diğer insanlarla birlikte olmaktan daha mutluyum” anlayışını aklıma getirdi buradaki yalnızlığın ontolojik kaynaklı yalnızlık olduğunu söyleyebilirim. Hobbes’ın “insan insanın kurdudur.” anlayışının günümüze taşınmış olması da insanları yalnızlığa itmektedir. Schopenhauer’a göre acılarımızın kaynağı toplumdur derken de yalnızlığın önemine dikkat çekmektedir.
Bu alıntılarla da görüyoruz ki edebiyattan sanata her yerde “yalnızlık portresi” ile karşı karşıya kalıyoruz. Her tür medya aracıyla bize ulaşan mesajlarda yalnızlığın sürekli övüldüğüne, yalnızlığa poztif değer yüklendiğine hemen hepimiz şahit oluyoruz. Gözlemler ve araştırmalarda yalnızlığın modern hayatın ciddi bir tezahürü olduğuna ve giderek de arttığına işaret etmektedir. Sosyal medya kullanımı ve yalnızlık arasındaki ilişkiyi araştıran çalışmalar,yakın zamanlarda kurulan yalnızlık bakanlıkları ve pandemi sonrasında yalnızlık ile ilgili çıkan pek çok yazı bu iddiaları daha da güçlendirmektedir.
“21. yy başında aidiyet ritüelleri YouTube’da, insanların alışveriş çantalarını açma görüntülerini paylaştığı videoları içerebilir. Bu ritüellerin tekrarı ve öne çıkarılması bir toplumun ne kadar geçici de olsa da anlam ve aidiyet bulmalarının bir yoludur.” s.57 görüyoruz ki sosyal medya paradoksu yalnızlığı daha da güçlendirmektedir. Sosyal medya ile yalnızlık yalıtılmıslık duygularımızı bastırmaya çalışıyoruz kabul edelim ki aslında hepimiz aidiyet duygusunu yaşamaya, onaylanmaya-kabul görmeye ilgi görmeye açız.
Heiddeger’in varoluş felsefesinde biz kendimiz çözümlenecek varlıklarız derken aslında meselenin kendimiz olduğunu bu kitapta daha iyi anlıyorum. Tek başına olmak her zaman yalnızlık anlamına gelmeyeceği gibi yalnız olmak da her zaman tek başına olmak anlamına gelmez. Büyük yalnızlık hikayeleri de zaten kalabalık ortamlarda yazılmaz mı çoğu zaman. Ben en güzel hikayelerimi kalabalık ortamlarda yazdım aslında insanları tanıyarak. Bu yüzden yalnızlık bir eksiklik değil, bilinçle kartopu misali büyüyerek var olma hali.
Özetle ne anlatıyor; Yalnızlığın nasıl bir kavram olduğunu göstermek ve yalnızlığı düşünsel bağlamda tanımlayarak felsefe ile olan ilişkisini analiz ediyor. Giriş bölümünde kısaca yalnızlığın ne anlama geldiğinden, nasıl tanımlanabileceğinden, ortaya çıkış sebeplerinden ve kavramsal açıdan neden tek başınalıktan farklı bir anlam içerdiğinden bahsedilmiştir. Yalnızlık tanımlanırken, yalnızlığın sadece psikolojinin bir konusu olmadığına ve yalnızlığın pek çok alanda işlenen, her çağda ortaya çıkabilecek, disiplinler arası bir kavram olduğuna değinilmiş ayrıca Sylvia Plath ve Virginia Wolf’un hayat hikayelerinden kesitler bulunmaktadır.
Nitekim bütün olağanüstü kafaların seçtiği yalnızlık yani kendini bulma süreci inzivada saklıdır dostlarım.
Sevgili Rainer Maria Rilke ’nin “yalnızlık büyüktür” sözüne kaldırıyorum kadehimi.
Sevgili genç yazarımız Samet Düzgün’e öncelikle o güzel kaleminden dökülen Duvardaki Çatlak isimli imzalı kitabın ve güzel sözlerin için kocaman teşekkürler. Yolun açık, ilhamın sonsuz, kalemin hep böyle güçlü olsun! Böyle genç kardeşlerimi görünce mutlu oluyorum. Her daim üreten, çalışkan gençlerin varlığı daim olsun.
Kitabın son 15 sayfasına doğru yaklaşmışken hiç beklemediğim bir sonla karşılaştım. “Nasıl yaaaa, şaka mı? ” oldum ters köşe yaptın. Bu konuda tebrik ederim kitabın beklentimin üstündeydi. Böyle bir son beklemiyordum asla bunu söyleyeyim.
Özellikle şu cümle, adeta zihnime kazındı: “Bir şeyler yapmak istiyorsun. Ama ne yapacağını bilmiyorsun.” (s.10) Bu, o kadar tanıdık bir his ki… Hepimizin zaman zaman kapıldığı o varoluşsal kriz, özgürlüğün ve belirsizliğin kesişim noktasında salınan bir ruh hali. Zahir’in bu duygusu, Sartre’nin Bulantı kitabındaki o derin huzursuzluğa öyle yakın ki… Ama bu his, sadece dış dünyanın kaosu değil, içimizdeki o eksiklikten, o “bir şey yapma zorunluluğu”ndan doğuyor sanki. Zahir’in, Efsun’un anlattıklarına kendini bırakıp “an”a teslim olası işte bu noktada; Kontrolü bırakmak, akışa teslim olmak bir özgürlük değil mi? Nietzsche olsa, muhtemelen Zahir’e o çatlağı kucaklamasını, onun içinde kendi gücünü bulmasını söylerdi. Efsun’un, Zahir’i adeta büyüleyen etkisi ve ondan istediği o gizemli “şey” beni çok meraklandırdı.
“Zahir, Efsun’un bu büyüsüne tamamen kapılıp tarikata girecek mi yoksa kendi yolunu mu çizecek?” sorusuna cevap alacaksınız.
Duvardaki çatlak, Zahir için bir huzursuzluk simgesi belki, ama aynı zamanda geçmişine açılan bir kapı. O çatlağın ardında neler saklı? Zahir’in zihninde hangi anılar, hangi yaralar canlanıyor? Efsun, Zahir’i gerçekten “efsunlayabilecek” mi, yoksa intikam ateşi vicdanının sesini bastıracak mı? Bu sorular, kitabı okurken zihnimde dönüp duruyordu. Böyle bir kurgu ve bitiş beni çok şaşırttı.
Zahir’in hikayesi, özellikle şu satırlarda yüreğime dokundu: “Büyük bir kayıp yaşamış ve yaşadığı bu kayıp için yeterince acı çekmişti. Yaşaması gereken tüm acıları yaşadığını ve bu konuda yaşanılması gereken bir şey kalmadığını düşündü.” (s.51) Yas, sadece bir kayıp değil, bir süreç, bir kabulleniş… Zahir’in ailesini kaybetmiş olması, benim de kendi kayıplarımla yüzleşmemi sağladı. Onun acısını okurken, kendi yüreğimin sızısını hissettim. Ama bir farkımız var: Zahir, intikam için bir şansı olduğuna inanıyor; ben ise o şansı bulamıyorum. Bu, onun acısını daha mı hafif, yoksa daha mı ağır kılıyor, bilemiyorum. Ve şu cümle, hepimizin ortak çığlığı gibi: “Anlaşılmamaktan nefret ediyordu.” (s.94) Neden hep “anlaşılmadık” diyoruz da “anlamadık” demiyoruz? Bu, biraz bencillik değil mi? Bu döngüyü kırmak için daha çok empatiye ihtiyacımız var belki de.. Zahir’in bu isyanı, hepimize bir ayna tutuyor.
Kitabından iki alıntı, içimde derin izler bıraktı:
İlki, ilham verici: “Kaybolmak istediği bu dünyada en çok o var olacaktı. Ailesinin ona verdiği ismi gerçekten taşıyabilecekti.” (s.102) Bu, adeta bir manifesto; hayata tutunmanın, kendini bulmanın gücü.
Diğeri ise kalbimi sızlattı: “Ben dünyanın güzelleşmesiyle ilgilenmiyorum. Ben içimde yanan ateşi söndürmek istiyorum. Anne babamın çalınan hayatlarının karşılığını hak eden insanlardan almak istiyorum. Başka türlü huzur bulamayacağımı anladım.” (s.106) Bu cümleler, Zahir’in içindeki yangını öyle güçlü hissettirdi ki, onun acısını ve kararlılığını iliklerime kadar yaşadım.
Sevgili Samet kaleminle bize hem kendi iç dünyamızı hem de Zahir’in çalkantılı ruhunu keşfetme fırsatı verdin. Efsun ve Zahir’in hikayesi, sadece bir roman değil, adeta bir duygusal yolculuk. Yeni eserlerini sabırsızlıkla bekliyorum bırakma devam et lütfen. Hep yaz, hep ilham ol!
103 sayfalık bir kitap ama okuması gerçekten zorlayıcı bir çırpıda okumayı beklemeyin.Bir bütünlük de söz konusu değil okurken gerçekten başım ağrıdı. Hakikat Şaraptadır kitabıyla tanıdım Kierkegaaard’ı.Hayatı boyunca melankoli ve varoluşsal kaygılarla boğuşmuş ayrıca kendi kişisel çaresizliğinin ve melankolik yapısının evlilik için uygun hale getirmediğine inanıyor, kendi felsefi çalışmalarının ve inancının derinliklerini keşfetme sebebiyle bağlılığının evlilik ve aile hayatının sorumluluklarıyla uyumsuz olacağını düşünüyor.Ne hikmetse bunu çok sonradan anlıyor. Varoluşsal sorgulamalarına ve yazın hayatına devam etmek için tam bir özgürlüğe ihtiyaç duyduğunu düşünüyor bu kararının ardından da evlilik hayatının sınırları içinde imkansız olacağını düşünüp Reginesine bay bay diyor. (Kendini bulma arayışındasın eyvallah ama kızı neden terk ettin zavallı kız intihar etmeyi bile düşünmüş. ) Hiç evlilik yapmadığını düşünmüştüm araştırmalarım neticesinde evlilik yapmış sanırım (yanlışım olabilir de bilmiyorum.) Eee mübarek adam evliliğin tadına bakmışsın ne olduğunu biliyorsun Regine ile neden gönül eğlendirdin. Sevdaya bir kararlılık katmak gerekir diyorsun en büyük kararsız sensin. Kitabı okuyunca neden evlenmelisin, neden evlenmemelisin diye açıklamalarını 2’ye ayırmış diyebiliriz.
Kierkegaardın evlilik anlayışı hakkında anladığım biraz ikiyüzlü davranması; burada iki ayrı konu var: Soren Kierkegaard’ın hayatındaki özel seçimleri-dinin ahlakla ilişkisini temele alıp biraz da hegelyen düsturuyla serpiştirmiş bir şeyler…
Kierkegaard asla evlenmenin ahlaki bir gereklilik olduğunu söylemez. Evliliğin ya da evlenmemiş yaşamın sizin için hangisi ahlaki olarak geçerliyse onu seçin der.Kendimize şu soruları sorabiliriz: Kendimize karşı her zaman otantik olanı mı aramalıyız, evlilik şart mı? Evlilikte “iyi” ne anlama geliyor? Evlilik “etik” bir karar mı? Yoksa evlilik hedonizme boyun eğmek mi? Beyin yakmayı seviyorsanız okuyunuz.
İnsanlık tarihi boyunca cinsellik üzerine birçok çalışma yapılmış olmasına rağmen, bu konu çoğu zaman halı altına süpürülmüş, “ayıp” ya da “sakıncalı” bir alan olarak görülmüştür. Cinsellik dediğimiz olay çok boyutludur. Basit sevişmek olarak ele almamak gerekir. Sağlıklı bir cinsel yaşam, yaşam kalitesinin en önemli parametrelerinden birisidir. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde yer aldığı gibi, cinsellikte yeme, içme, uyuma gibi temel bir fizyolojik ihtiyaçtır. Cinsellik öcü değildir bundan bahsetmek bizi ahlaksız ya da sapık yapmaz.
Jared Diamond, Seks Neden Keyiflidir? veya diğer adıyla İnsan Cinselliğinin Evrimi ( güncel adı daha makul olan bana göre ) isimli eserinde insan cinselliğinin kökenlerine oldukça mizahi ve bilimsel yaklaşmış. Mizahi demişken Haydar Dümen’e sorulan absürd sorular ve yazılar gelmesin aklınıza…:) İlkel canlılardan tutun insana kadar uzanan geniş bir evrimsel çerçeve ile ele almış.Diamond, insanların en yakın akrabaları olan şempanzeler ve bonobolar üzerinden evrimsel karşılaştırmalar yaparak bu türlerin davranışlarını inceleyerek insanın cinsel stratejilerinin nasıl biçimlendiğini göstermiştir.Ayrıca şempanzelere akrabamız demesi oldukça eğlenceliydi. :) Cinselliğin üreme amacı taşımadığını aynı zamanda sosyal bağ kurma duygusal yakınlık ve ortak ebeveynlik açısından da evrimsel bir avantaj yarattığından bahsetmiş.
Diamond’ın kitabının ilk bölümü, “En Tuhaf Cinsel Yaşama Sahip Hayvan” başlığında büyük bir heyecanla bekliyorum. “Acaba hangi hayvandan söz edecek?” diye ters köşe oldum. :)
Cevabı oldukça ironikti — insan— :))
Erkeklerin neden bebek emzirmediğinden tutun da kadınlarda neden menopozun ortaya çıktığına kadar pek çok soruyu yanıtlamış olup her bölümde cinselliğin, bedensel dürtülerin ötesinde kültürel bir inşa olduğunu hatırlatmıstır.
Diamond’ın ele aldığı konulardan biri de “cinsel seçilim” kavramıdır. Bu teori, Darwin’in doğal seçilim kuramının bir uzantısı olarak eş seçiminin evrim üzerindeki etkisini açıklamakta. Bu kavramdan da geniş çaplı bahsedilmiş. Cinsel evrimin nasıl yürüdüğünü cinsel seleksiyonu öğreniyorsunuz. Belgesel tadında…
İzlemek isteyenler için;
?si=0v5bCYRx_dKnUzxT
Aşkın Metafiziği kitabını okuduğumda da “birleşmeyi üremek için biyolojik bir zorunluluk” olarak görüyordu düşünce olarak birbirlerine yakın buldum.Diamond da benzer biçimde cinsel dürtünün ardında genetik devamlılık güdüsünü görür ancak buna ek olarak cinselliğin toplumsal ve kültürel boyutlarını da ele almıstır
Kısacası, cinsellik hayatın utanılacak değil anlaşılacak bir yönüdür arkadaşlar. Diamond’ın kitabı, bu konuda ön yargılardan sıyrılmak isteyen herkes için eğlenceli, düşündürücü ve öğretici bir kaynak niteliğindedir.
“Bırakın önyargı ve tabularınızı —->okuyun, şaşırın, eğlenin.”
Bir işçinin sabahın köründe yola çıkıp akşam karanlığında yorgun bir bedenle evine dönmesi sistemin gözünde bir başarı hikâyesidir. Ne ironiktir ki çalıştıkça yoksullaşırız… “Çalışmak erdemdir” sloganı kapitalizmin en büyük yalanıdır. yoksulların alın teriyle zenginlerin saraylarını ayakta tutan en ustaca kurulmuş sömürü düzenidir. Bu sistemde emek, kutsal bir değer olarak görülmesi gerekirken ucuz bir metadır, satılabilir bir maldır.
Tüketmek için üretmek, üretmek için daha çok tüketmek zorundayız. Reklamlar, markalar, statü savaşları hepsi birer zincir halkası. Modern kölelik, artık zincirlerle değil, maaş bordrolarıyla ölçülüyor. Ve biz hâlâ “daha çok çalış, başarırsın” masalıyla avutuluyoruz. Oysa gerçek şu: Ne kadar çalışırsak çalışalım, sistem bizden hep bir şey eksiltir — bazen uykumuzu, bazen sağlığımızı, bazen de içimizdeki insanı.
“Kapitalist ahlak; emekçinin bedenini aforoz ediyor, üreticiyi en asgari ihtiyaçlarıma indirgemeyi sevinç ve tutkularını yok etmeyi, dur durak bilmeden çalışan bir makine rolüne mahkum etmeyi ideal olarak benimsiyor.” (s.3) yıldızlı alıntı ve kitabın anafikri diyebileceğim alıntısı.
Tembellik Hakkı”, aslında yaşama hakkıdır. Günün üçte ikisini çalışarak, kalanını yorgunlukla geçirerek yaşamak, yaşamak değildir.
İspanyollar için çalışmak kölelikten beterdir. (s.4) Türkler için ise “hayatta kalma mücadelesidir.” Sömürü, sadece biçim değiştirir. Bir zamanlar ağalar vardı, şimdi şirketler var. Emek, hâlâ aynı değersizlikle el değiştiriyor.
İncilde mattada geçen kır zambakları ile ilgili bir ayet var hatta kierkegaardın kır zambakları kitabında da geçiyor.” İnsan durgunluk içinde yaşamayı kuşlara ve çiçeklere bakarak öğrenebilir. Hangi biriniz kaygılanmakla ömrünü uzatabilir ki? Kır zambaklarının nasıl büyüdüğüne bakın.