Bir erkek ve bir kadının merkezde olduğu, birkaç saatte bitirilebilecek, kısa ve hoş bir tiyatro oyunu. Yaş aldıkça, bu gibi, çok büyük şeyler vadetmeyen, derin anlamlar verme kaygısı gütmeyen, birtakım insan yaşantılarından kesitler okumayı, izlemeyi daha çok seviyorum. Okuduğum süre boyunca pek keyif aldım, umarım bir gün tiyatro oyunu da sergilenir de izleme keyfine de erişirim. Ayrıca kitap bana, 2005 yapımı “Başka Hatunlarla Muhabbetler” filmini de anımsattı. Kitabı beğenirseniz o filme de göz atabilirsiniz.
Hiç anlamıyorum. Bu dünya pis pis yaşamak içindir oysa. İnsanın kendisini öldürmesinde, dünyanın temiz olabileceği inancı saklı. Nereden çıkarırlar bu inancı? Niçin çıkarırlar? (Durur.) Belki de kendilerini öldürmek için.
Kadınlar, erkekten geçinmeye alıştıkları için kaçıyorlar çalışmaktan. Nice okumuş yazmış kadın bilirim ki evlendikten sonra bıraktılar işlerini. Bir doktor hanım bana şöyle demişti, “Hep çalışacak değilim ya, elbet bir gün evleneceğim.” Evlendi ve bıraktı hekimliği. Evlenmek en sağlam iş sizler için.
Yazar, on üç edebî kişiliğin, karikatür dünyasındaki yansımalarını taramış, derlemiş ve kitap hâline getirmiş. Eğer edebiyatçılara, onlar için yazılıp çizilmiş bilgi ve belgelere karşı merak duyuyorsanız hem eğlenmeniz hem de kültürlenmeniz açısından neden olmasın, bana kalırsa bir şans verilebilir. Beğenmediğim ve beğendiğim yanları ikiye ayıracak olursam:
Beğenmediğim kısım şu ki ben kitabı tamamen bir karikatür arşivi olarak düşünmüştüm işin doğrusu. İçerisi karikatürlerle doludur, bazen de açıklamalar yazılıdır diye tahmin etmiştim. Ancak kitapta kişiliklerle ilgili 10 tane karikatür varsa, 20 tane de kitaba konulmamış karikatürlerin ne olduğunun yorumlanması biçiminde, okuyucunun okuduğunda hayal gücüne kalmış karikatür betimlemeleri var. Neden tüm karikatürleri göremedik de pek çoğu bizlere betimleme yoluyla aktarıldı? Bu cidden kitap için olumsuz bir durum.
Beğendiğim yanları ise öncelikle kitabın cilt ve sayfa kalitesi oldu. Ayrıca cidden keyif aldım karikatürlerden, hoş bir derleme olmuş kitap bu anlamda. Bir de dönüp baktığımda şunu net olarak söyleyebilirim ki o kimilerinin beğenmediği 80-90-100 yıl önce sanatta, eleştiride çok daha özgür bir ortam varmış. O gün çok da yadırganmayan bazı karikatürleri, karikatürcüler bugün yapmaya kalksalar, tıvitır mahkemelerinde linç üstüne linç yerler. Maalesef pek çok özgürlükler gibi karikatür özgürlüğünün de bugüne oranla kat kat fazla olduğu o güzel günler mazide kalmış.
Yaban romanının ilk baskısında yer alan “boz eşeğin boynunu, kolumun arasına aldım. Tatlı tatlı geviş getirmeye başladı” cümlesi de yayımlandığı yıllarda alay konusu olmuş (çünkü eşekler geviş getirmez). Yakup Kadri’nin köyü ve köylüyü tanımadığı söylenmiş ve bu vesileyle mizah dergilerinde “geviş getiren boz eşek” karikatürleri çizilmiştir.
Zahir Sıtkı’nın çizdiği ve ‘Mizah’ dergisinde yayımlanan bir karikatürde üniversiteli bir kız Hüseyin Cahit’e şöyle der: “Fakat üstat, edebî eserleriniz yalnız şahsiyetinizin üst kısmını gösteriyor!” Hüseyin Cahit, kızın bu sözüne: “Merak etme yavrum, erbabı alt tarafını da görür” karşılığını verir. Karikatürde Hüseyin Cahit’in gövdesi hacıyatmaz şeklinde çizilmiştir.
Kitapçıda kitabın arka kapağını okuyunca öyle meraklandım, öyle bir beklenti içine girdim ki… Hepsi bir hayal kırıklığı oldu. Yazarın üslubu mu yoksa çevirmenin yeteri kadar özen göstermemesi mi bilmiyorum ama roman, ilk sayfasından son sayfasına değin zerre kadar sarmadı. Sürekli oradan oraya atlayan bir anlatım var. Karakterler bir yerdeyken bakıyorum hooop başka bir yola koyulur olmuşlar, çukur kazılırken bir bakıyorum başka bir mevzudan bahsedilir olmuş. Sağlam kafayla okumak gerek orası kesin ama kitabın sonunda sağlam kafanıza da yazık olabilir. Çevirmenin güzel bir şekilde çevirdiğini de düşünmüyorum, roman boyunca çeviride de hissettirdi kendini bu kopukluk.
Yani uzun lafın kısası, önermediğim kitaplardan biri oldu. Bir gün, başka, daha iyi bir çevirisi çıksa okur muyum, hayır. Ama filmi çıksa meraklanıp da izler miyim, evet. Ne puan verebileceğimi de bilemedim. İşte böyle bir kitaptı.
“Geberip gideceğiz!” dedi bütün devrimi yaşamış bir orta hâlli köylü. “Eskiden kendi ailemiz için korkardık, şimdi herkese birden bakıyoruz; bu bizi büsbütün mahvediyor.”
Evrim gerçeğini, bu gerçeğin sürecini, nasıl ilerlediğini nasıl işlediğini, değişkenliklerinin neler olduğunu sade bir dille daha çok ortaokul-liseye geçiş dönemindeki gençlere hitap ederek anlatıyor yazar. Eğer evrimsel biyoloji konusunda tonla kitap okumuş biriyseniz bu kitabı elbette okumayın, size yeni şeyler katacak değildir ancak bu konuda daha önce hiçbir şey okumamış deneyimsiz biriyseniz, yeni yeni olgunlaşan gençlere anlatır gibi aktarıldığı için kitabı alıp okumanızı öneririm. Sonuç olarak evrim denilen konuya, bütün o karmakarışık açıklamaları bir kenara bırakarak basit bir dille bir giriş yapmak için ideal.
Son zamanlarda mühendisler, salyangoz ve sümüklü böcek salgısı üzerinde çalışmaya başladılar. Amaçları, salyangoz benzeri, duvarlara tırmanabilen robotlar yapmak.
Kollarını olabildiğince aç. Ellerin ve parmaklarını iyice uzat. Şimdi, kollarının bir zaman çizelgesi olduğunu düşün - Dünya gezegeninin tüm tarihiymiş gibi. Bu, 4,6 milyar yıl önce başladı ve sol elinin orta parmağının ucu da bu tarihi gösteriyor. Ve diğer koluna doğru vücudunu da geçip boydan boya geldiğimizde, sağ elinin orta parmağının ucu da günümüz.
• Sol el işaret parmağının ucundan sol dirseğine kadar olan kısım, bir milyon yıl. O zamana kadar dünya üzerinde kimyasallar ve kayalar dışında hiçbir şey yoktu.
• Sol dirseğinden (yani 3,6 milyar yıl öncesinden), sağ dirseğine kadar olan kısımda (yani 1 milyar yıl öncesine kadar) sadece tek hücreli canlılar ve bakteriler vardı.
• Sağ dirseğinden sağ avuç içine kadar olan kısımda, süngerler gibi çok hücreli yaşam formları belirmeye başladı.
• Avuç içinin merkezinden (600 milyon yıl öncesi) parmak diplerine kadar olan kısımda (200 milyon yıl öncesi), denizanası ve mercan gibi ilkel deniz organizmaları, ahtapot, balık, amfibi ve sürüngenlere doğru evrimleşti - ve hatta dinozorlara doğru.
• Dinozorlar, ilk parmak eklemine kadar olan kısımda dünyaya hüküm sürdü (yaklaşık 50 milyon yıl boyunca).
• Oradan tırnak diplerine kadar olan kısımda memeliler, küçük sansarımsı yaratıklardan büyük memelilere doğru, yani büyük maymunlara ve ilk insanlara doğru evrimleştiler.
• İnsanlık tarihi -mağara adamı atalarımızdan, antik Yunan ve Roma’ya, Karanlık Çağlara, Orta Çağ’a, Amerika’daki Avrupalı sömürgecilere ve Yeni Dünya’ya, Napolyon Savaşlarına, Dünya Savaşlarına, Uzay Çağı’na, İnternet Çağı’na, yeni bin yıla- işte o sağ el orta parmağının ucundaki ufacık tırnak parçasına denk geliyor.
Eğer yeteri kadar geriye gidersen atalarının arasında insan olmayan birilerini bulabilirsin. Aslında, sadece 5.000 kuşak geriye gitmen yeterli (ya da 100.000 yıl). Böylece insan olmayan atalarına ulaşabilirsin. Bunlar insansı (ya da hominid) maymun adamlardı. Homo erectus olarak bilinirler. Ama modern şempanzelerle paylaştığımız daha eski atalara ulaşmak için 6-7 milyon yıl geriye gitmen gerekiyor.
Bir insanın çocukluk anılarını okumak ne güzel şeydir.
“Bu hatıraları niçin yazdığımı sorsalar belki de hiçbir cevap vermeye lüzum görmem. Arzu ettim, yazdım. Diyelim ki bu da bir nevi çocukluktur” diye özetliyor Muallim Naci bu ufacık kitabı yazış nedenini. 8 yaşında, 1850’lerin İstanbul'unda bir çocuk olarak başından ne geçmişse ne görmüşse yazmış; güldüğü anlarını, kederli anlarını, korktuğu anlarını, duygusal anlarını… Bu kitap da daha önce okuduğum Yahya Kemal’in Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım kitabındaki çocukluk anılarına çok benziyordu, ikisi de insanı geçmişin özlemiyle yanıp tutuşturuyor, bambaşka duygular hissettiriyordu. Ancak özellikle bu kitaptan tarifi mümkün olmayan bir keyif aldım. Şimdi düşünüyorum da diyorum, keşke tüm yazarlarımız o yaşlardaki anılarını kaleme alsalarmış da bugün bizlere paha biçilemez eserler bıraksalarmış. Fakat mademki bu mümkün değil o hâlde eldekilerle yetineceğiz. :)
Bu sırada ağabeyim, biraz hiddetlenir gibi görünerek dedi ki: — Bu nasıl şey Allah aşkına! Biz buraya okumaya mı geliyoruz, yoksa dayak yemeye mi? Yarabbi sen bilirsin!
[…] Demek ki ben kendi evimde oturmak, şu kadarcık olsun kimseye yük olmamak istiyormuşum. “Benim varlığımdan şikayet eden bulunmasın!” diyormuşum. Şimdi de bu hâl, bende fazlasıyla mevcuttur. Pek samimi olmadığım bir dostumun evinde misafir olmak istemem. Bu hâlin birçok çeşidi de vardır. Yalnız bir örnek vereceğim. Kiracı denilen kişilerin, kiraladıkları evleri ne kadar ilgisizce kullandıkları meşhurdur. Kiraya verilmiş evi olanlar, işin iyisini bilirler. Halbuki ben kiracı olduğum zaman daha fazla dikkatli davranmaya mecbur olurum. Tabiatım beni zorlar “Ev sahibi benden şikayetçi olmamalı, bana teşekkür etmeli!” fikrinde ısrarcıyım. Elimden geldiği kadar bu neticeyi elde etmeye tut ki çalışmayacak olsam huzursuz olacağım şüphesizdir. Vicdanen rahatlığımı temin için çalışmayayım mi? Hakikatte kendim için çalışıyorum demek olur.
Derste Yahya Kemal'i işlerken hocamızın, Y. Kemal'in hatıra kitabındaki "annem" kısmından duygu dolu cümlelerle bahsetmesi beni hemen bu kitabı okumaya sevk etti. Sahiden de Y.Kemal'in hatıralarına başlarken ilk anlatmaya başladığı "annem" bölümü, beni acıya gark etti. Henüz 13 yaşında bir çocuğun daha o yaşta annesiz kalışını bu kadar acı dolu yaşaması, okuyana ızdırap vermeye yetiyor.
Başlarda yazar çocukluk hatıralarını, doğup büyüdüğü Üsküp’ü, okuduğu mektepleri, evlerindeki hizmetlileri, daha sonra Selanik'e taşınmalarını ve bir süre sonra tekrar Üsküp'e dönmeleri gibi konuları aktarıyor.
Gençlik hatıralarında da 18 yaşındayken okumak için önce İstanbul'a ancak sonra bazı sıkıntılardan dolayı ailesinden habersiz Fransa’ya giderek bir yılda Fransızca öğrenip orada eğitimini tamamlaması ve 9 yıl orada kalması gibi olayları anlatıyor.
Edebî hatıraları ise üzerinde en az durduğu kısım yazarın. Fransa’da iken geliştirdiği edebî yetkinliğini, daha sonraları kaleme aldığı şiirlerini ve o dönemlerini anlatıyor.
Siyasi hatıralarına dair ilk hatırladığı şeyinse babasının arkadaşlarıyla bulunduğu dost meclislerinde kulağına çarpan cümleler olduğunu söylüyor. Daha sonra Fransa'ya gittiğinde adlarını sanlarını o zamana kadar çok duyduğu Jön Türklerle tanışıyor ve o cemiyetteki isimlerle yakın ilişki kuruyor. Bu ilişkiler hemen hemen yurda dönene kadar sürüyor. Bunun yanında yer yer İttihat ve Terakki’den ve içindeki kimi kişilerden de söz ediyor.
Genel olarak Y. Kemal, Cumhuriyet devrinden önceki hatıralarını kaleme almış bu eserinde. Kitabın ilk yarısında da Balkanlar’dan oldukça fazla bahsediliyor.
Sonuç olarak Yahya Kemal’i ve Fransa’daki Jön Türklerin durumlarını, dışarıdan bir üçüncü göz olarak okumak isteyenlerin yararlanabileceği bir kitap düşüncesindeyim.
Lâkin tabîatin ne kadar garip bir kanûnu vardır. Hâtırat kadar az inandıran nevî de yok gibidir. Jean Jacques gibi, hâtıratını kendi aleyhinde yazan bir muharrire kaari’ler(okuyucular) derhal inanır da, kendini temiz, güzîde gösterene inanmaz, hele böbürlenene, “şöyle demiştim, böyle yapmıştım…” diyene burun büker.
Şâir doğmuş olanlar bile nazmetmek kaabiliyetini yavaş yavaş edinirler. Şâirin şâir olarak doğduğuna dâir eski bir îtikad(inanış) vardır ki doğrudur; hiçbir edebî terbiyeye muhtâc olmaksızın yetişebileceğini iddiâ edenlerin sözleri ise efsânedir.
Kendi annesinden rencide, hemşirelerinden müteneffir(tiksinti), kocasından meyûs(üzgün) olan zavallı annem dünyada yegâne tesellisi olarak beni görmek istiyordu. Halbuki ben sürekli bir afacanlıkla ve çığırtkanlıkla koşuşup duruyordum. Yalnız arada sırada anneme dâir endişeleri hissediyordum. O zaman gidip bir köşede ağlıyor ve annemin ölümünden korktuğumu söylüyordum.
Daha önce öykü kitaplarından Otlakçı ve Mendil Altında ’yı okuduğum Memduh Şevket Esendal’ın bu sefer bu öykü kitabını okudum ve YKY’nin yayımladığı ve edindiğim tüm Esendal kitaplarından incelediğim kadarıyla en erken tarihli öykü kitabı bu. Otlakçı’da 1920’li yılların başında yazılmış öyküler, Mendil Altında’da 1925-46 arası yazılmış öyküler bulunuyordu. Hürriyet Gelirken’de ise (1908-1925 arası) 25 yaşından 40’lı yaşlarına kadar yazdığı öyküleri yer alıyor.
Daha önce Esendal’ın yaşam öyküsünü ayrıntılı bir şekilde okumuştum ve bu kitabı okuyunca şunun daha iyi farkına vardım, Esendal’ın ileriki yaşlarında yazdığı öykülerin sürekli hayattan, hayatın içerisinden, kendi yağında kavrulan insancıkların yaşantılarından bir fotoğraf karesi gibi olmasına karşın, bu ilk yazdığı öyküler daha çok Osmanlı’nın içinde bulunduğu o son dönem sıkıntılarının, sancılarının ve insanlarının dertlerinin öyküleri olarak karşımıza çıkıyor. Öyle bir dönemde yazıldıkları için de çok fazla ama çok fazla bugün anlamı bilinmeyen eski kelime barındırıyordu. Bu kitabı okurken, başta adını andığım iki kitap kadar rahat değil, yanınızda daima bir sözlük bulundurarak okumak zorunda kalacaksınız.
— Elde fırsat varken, gençlik, güzellik varken eğlenmeli ve her şeyi dert edinmemeli. Her şeyi çok derin düşünmemeli. Eğer, zaman şimdiki gibi dar ise ona da bir çare bulmalı. Bak ne güzel eğlendik. Hayatın kazancı yalnız budur. Bu geceyi “Hayatta bir gece yaşadım!” diye sayar ve eğer varsa defterinize de yazabilirsiniz. Bu geceler ihtiyarlıkta çok az gelir ve tadı da azalır. Hele kadınlar için! Bilmem bu genç hanımlar biliyorlar mı? Hayat kadınlar hakkında çok merhametsiz, çok zalimdir. Kadın tez ihtiyar oluyor ve geç ölüyor. Herkes severken hayat tatlıdır. Sonra acılaşır.
– Hem farz edelim, sen bu ¹takriri verdin, Meclis kabul etti. Farz bu ya, tutalım hükûmet de kabul etti. Kanun yapıldı, ²tatbik de oldu. Derken pat hükûmet düştü. O vakit ne olacak?
+ Nasıl ne olacak?
– Öyle ya. Basbayağı. Evvela bir defa sizi dağıtacaklar, hele bu bir şey değil. Sonra kanunları da birer birer bozacaklar.
Ta çocukluğumdan bugüne kadar hayatlarını safdiller ile günahkârlara ¹medyun olan ruhanilerden nefret ettim. Onlar ahret tacirleridir. ²Edyân onları istememiş; fakat beşer, günahkâr ve korkak oldukça ahret namına ³kabil-i temas bir muhatap aramış ve bu sınıfı icat etmiştir. Ben ne günahkârım ne korkak. Karanlık mabetler, nezleli, tecvitli, talimli Kuran sesi, iri sarıklar, siyah cübbeler, kesilmiş bıyıklar arasından çıkan yağlı dudaklardan iğrenir, tiksinirim.
…bizde hayat yalnız erkeklere göre tanzim olunmuştur, kadın tarafı yoktur. Halbuki hayatta kadın da vardır. Demek oluyor ki bizim memleketin ¹hayat-ı içtimaiyesindeki ²tealinin noksanı, yarım memleketin felce uğratılmış olmasındandır. Bu ³noksan-ı uzvu ancak kadınlar ⁴itmam edecek ve memleketi kurtaracaklardır. Bunun için de bir hamleye lüzum vardır. Ancak bu hamle iledir ki bu ihtiyaç bertaraf olunabilir.
Yapı Kredi Yayınları (¹toplumsal yaşamındaki, ²yükselmenin, ³parça eksikliğini, ⁴tamamlayacak)
Tabut üç-dört fukaranın, bekçinin, konağın aşçıbaşısının omuzlarında kalmıştı. Arabayı kabul etmediğimiz halde, bir gün gelip ölülerimizi parayla taşıtacağımızda şüphe yok, diye düşünüyordum.