Ama kadın? Salt dişiliğe indirgenemez. Yalana da, görünüşe de, güzelliğe de. "Dışında kalmanın" ötesinde ve hakikatin baştan beri düşman olduğu o kendi ötekisini "uzaktan" yansıtır...
Ve ötekine çok yaklaşan ona karışma tehlikesine düşer. Ötekinin çok yakınında duran kendisini ona bırakma tehlikesi içine düşer. Ötekinin içine giren orada batma tehlikesi içine düşer. Ve öteki, 'olduğu gibi olmak' için yol olmaz ona artık.
Ve hava nasıl olursa olsun, yelkenleri kullanmaktaki ustalıklarıyla fırtınaya egemen olurken başlarını serin ayaklarını kuru tutarlar. Yelkenlerden biri yırtılırsa, derhal başka bir yelken çekerler. Ve onları yönlerinden saptırmayacak kadar donanımları vardır. Ve batırmayacak kadar da kalın bir gövde. Açık denizlerin bütün rüzgarlarıyla oynamayı öğrenmişlerdir. Rüzgarların yönüne, çıkan fırtınaya, patlayan kasırgaya göre yelken açmayı öğrenmişlerdir.
Şimdi toprağın anlamını dile getirmen için tekrar sağlam kabuğun daha altına inmen gerekiyor. Dışarıda yarışabilmek için içeride olup bitenleri hatırlaman. Ve sağlam bir yerin hiçbir zaman sağlam bir yer olmadığını bilmen. Yeraltı yaşamının, denizaltı yaşamının, yine o kabuk altında sürekli hareket eden ateşlerin ve rüzgarların üstünde durduğunu.
Ama senin oyunun değil mi bu? Dışarının sürekli içeri taşınması? Ve senin atılabileceğin hiçbir dışarının olmaması? O zaman benim çığlığım senin çağrının işaretinden başka bir şey değil.
Neredeyse bilgimiz dışında fakat telaffuz edilen herhangi bir dilin ifade edebileceğinden daha köklü bir teslimiyetle, bütünleşiriz. Teslim ettiğimiz sözün ne olduğunu bile bilmeden birbirimize sözümüzü veririz.
Yalnızca dışımızda gelişeni, yalnızca bize görüneni hayal ve temsil ederek değil, -mantığımızın bize öğretmediği- içimizde olana da sürekli yer açarak yol almalıyız.
Kendisine çekilerek öteki, bize varlığımızın temsil edilemez doğasını hatırlatır. Hatırlattığı bir diğer şey ise, insanın, varoluşun gizemini anlamadan, yalnızca onun herhangi bir kavrayışa indirgenemeyeceğini kabullenerek bir varlığı karşılayabilmesinin ve hatta onu doğurabilmesinin mümkün olduğudur.
Bu, o kendinde ikamet ediyorken beni kendime getirmesi için çekimine kapıldığım ötekine edilen bir tür duadır. Bu, ötekine yöneltilen, içinde kim olduğumu hatırlayabileceğim ve kendime sadık kalabileceğim bir yer ayırması için bir dilektir.
Dil bilgisi ne kadar çeşitli olursa olsun, canlı insan sınıflandırması mümkün olsa da öteki, hatta kişinin kendisi, varoluşlarını ve diğer canlı varlıklarla ilişkilerini felce uğratan sözdizimsel yapılara maruz kalırlar.
Karşılaştığımız varlığı, öğrenilmiş kodlar yoluyla halihazırdaki bir kategoriye indirgemeden onun farklılığını kabul ettikten sonra, bu öteki karşısında lal olmaz mıyız? Aramızda bir ilişki olduğuna şüphe yoktur ancak bunu ifade edecek sözcüklere sahip değiliz.
Var olma iradesini, heyecanını ve kendini aşma dürtüsünü dizginlemesi ve hatta unutması beklenir; fiziksel, duygusal ya da entelektüel enerjisini ancak izin verilen davranışlar için kullanabilir. Öyle ki algı düzeyinde dahi, kendi kendine algılaması için teşvik edileceği yerde, çocuk algıladığı -örneğin gördüğü- şeyleri tanımaya yönlendirilir.
İlişkimizin 'olmuşluğu' veya 'olma hali' ya anlamı, en gizli kökenine dek geri saracak ya da kaynağına geri getirerek şimdi ve gelecekte bizim sorumluluğumuza emanet edecektir.
Yaşama başladığımız anne plasentasının yerini alan sosyokültürel temellerimizden ve ailemizden kendimiz olarak çıkabilmek, nefesimize başvurmayı gerektirir. Bu, kendi varlığımızı yeniden kazanma meselesidir.
Karşılaştığımız her şeyle ve herkesle kafamızın karışmaması, bizi çevreleyen nesnelere, geleneklere, fikirlere dönüşmemek ve 'bir' olmanın aynılığına düşmemek için bu aşama esastır. Kendi olmak; aslında sahip olduğumuz, ancak kültürümüzün ve içinde yaşadığımız sosyal çevrenin bizi sürekli mahrum bıraktığı özgün varlığımızı kazanmaktır.
Var olmak kişinin kendi varlığını tatmin etmesi anlamına geliyorsa eğer, bu insanların gerçekten var olmadıklarını dahi ileri sürmek mümkündür. Dahası, oluşundaki evrimin özünden koparıldığı için insan, gelişimi açısından felce uğramış durumdadır. Aslında kişinin kendini gerçekleştirebilmesi için sürekli olarak kaynağına dönmesi gerekir.
Kız çocuğu dış dünya ile iç uzamları arasında bağlar kurmaya daha çok meyillidir; bilir ki kendi dışında bir dünya var ise, kendi içerisinde de vuku bulur. Ayrıca hareketleri daha ihtiyatlıdır, dünyayı yapılandırırken ya da sökerken bir şeyleri daha az kendine tabi tutar, nesneleri daha az tutup kavrar. Erkek çocuğu ise kız çocuğundan daha çok kendini dış dünyaya yansıtır; kendini bu şekilde, keşifleri, girişimleri ve kurguları yoluyla bulmaya çabalar. Daha çok koşar, hareketleri daha serttir ve sahip olma dürtüsünden kaynağını alır; kendisini daha çok dışa vurur. Küçük erkek çocuğu daha cüretkar ve daha bağımlıdır. Kız çocuklarının canlılara ya da bebeklerine usulca dokunmak için kullandığı kollarına karşılık erkek çocukları ayaklarını oldukça iyi kullanırlar.
"Duyusallığın örneği olarak beden, içinde yaşayan ve hissedenin, dışarıda kendisine benzer olanı hissetmesini sağlar. Bakan kişi, görülenin içinde konumlandığından kişinin gördüğü yine kendisidir ve her bakışın temelinde bir narsisizm mevcuttur."
İnsan, yalnızca kendi enerjisiyle yön alan bir varlık olma sürecini hiçbir zaman yaşayamayacaktır. Var olma gücü, içine doğduğu dünya tarafından ondan alınmıştır; bu dünyada doğal gelişim, aynı enerjiye iştirak etmeyen yapılandırılmış zorunluluklara göre belirlenir.
Yaşamın kendisinin bir aşkınlık içerdiğinin ayırdına vararak, yaşamın beslenmesi ve paylaşılmasıyla kendilerini aşabileceklerini çocuklara öğretmek yerine öğretmenler, yaşamı unutmalarını, evde bırakmalarını ya da ihtiyaçlar düzeyine indirgemelerini isterler onlardan.
...karşı karşıya olduğu şey çözülmez bir ikilemdir: madde ya da tine, nesne ya da özneye, gerçek ya da ideaya özlem duymak. Ve bu alternatifler arasında mutlağa duyduğumuz arzu yok olur.
Kimi zaman ortak bir mutlak özlemi aracılığıyla bütünleşmeye ulaşabiliriz, fakat bu, farklılık(lar)ımızı sürdürdüğümüz ve bizi birleştiren enerjinin saflığını koruduğumuz sürece mümkündür.
Ötekini bir nesne değil, benden farklı ve tamamlanmamın vazgeçilmez paydaşı olan bir özne olarak algılamalıyım. Böylece diyalektik süreç bir nesne ve özne arasındaki ilişki için değil, nesnel olarak birbirlerinden farklı iki özne arasındaki ilişki için geçerli hale gelir.
Sınır ve sınırsızlığı bana sağlayacak olan ötekidir. Yaşamı sonlu şekilde deneyimlerken onu sonsuzlukla ilişkilendirerek gelişmeye yazgılı olan ötekidir.
Özümüzdeki biz olabilmeyi istemek, -kendimizi bilmek de dahil olmak üzere- yalnızca bilmek ile sınırlanamaz; varlığımızı gerçekleştirmek daha fazlasının arayışındadır.
Mutlak ile ilişkimizi koruyan bilgiden ziyade arzudur. Bilgi sahiplenmeyi amaçlarken, arzu sahiplenilemez olanı ister, çünkü onu görelilikten muaf tutan budur.
Gerçeklikte, arzu her daim mutlağı ister, başka bir nesneye yani göreliğe bağlandığında ise hayal kırıklığıyla karşılaşır. Arzu hiçbir zaman, nesneye indirgenmiş bir şeyi ya da birini amaç edinmez. Mutlağa duyulan özlem insanda baki olduğundan, arzunun istediği yine arzudur.
...bu ikamet ve ayna sayesinde insan, yaşama yabancı görünümler ve formlarla katılaştırılma riskini almadan, sadece gizli biçimde gerçekleşen bir yaşamın yükselişinde dağılma riskine girmeden kendine gelebilir, varlığa girebilir. Birinin ötekine sağladığı korunak, birbirlerinin gizemlerine saygı göstermeli ve kendi de gizemini koruyan bir mevcudiyet içerisinde onları sarmalamalıdır.