Amerika’da bir Üniversite, ilginç bir çalışma yapmış. Okuldan 5-10 kadar öğrenciyi seçip onlara ayrı ayrı ve gizlice kimine “ Seni araştırdık ve senin Büyük İskender’in soyundan olduğunu tespit ettik“ kimine “ Hannibal’ın soyundansın” “ Napolyon’un torunusun” gibi tarihe yön vermiş büyük komutanların soyundan geldikleri söylenmiş. Ve bu çocuklar gizlice takip edilip, davranışları gözlenmiş. Bakmışlar ki; çocukların tamamının yürüyüşleri bile değişmiş. Artık daha düzenli ve ağırbaşlı davranmaya, daha ölçülü gülmeye ve daha ciddi görünmeye… başlamışlar. Çünkü o insanlarla bir bağı olmanın ve onların kanını taşıyor olmanın gururu ve onuru, onları öyle davranmaya zorlamış… Kıssadan hisse! Tarihin en şanlı Milletinden Olan Bizim Okullarımızda ne öğretiliyor ve çocuklarımızın davranışları nasıl? • Padişahlarımız haindi • Din adamlarımız sahtekardı. • Alimlerimiz sapıktı. • Kadılarımız rüşvetçiydi. • Ordumuz çapulcuydu • Devlet adamlarımız yalakaydı…. Vs vs vs… Peki gençlerimizin davranışları, konuşmaları ve tavırları nasıl? Herhangi bir okulun paydos saatlarında gidin bir bakın. İçiniz acır içiniz… Geleceğe dair zerre ümidiniz kalmaz, yaşama sevincinizden de olursunuz…
Aşk, bir şiirin ilk dizesi gibi coşkulu başlar; sevgi ise son dörtlükteki dinginliktir. Bilim, bu geçişi hormonlarla açıklar; edebiyat, hikâyelerle ölümsüzleştirir.
İlişkilerde "aşkın sonu" mu, "sevginin başlangıcı" mı sorusu, aslında hayatın en derin gerçeklerinden biridir. Tutkulu aşkın yerini, zamanın özenli dokunuşuyla inşa edilen sevgi alır; bu, hem duygusal bir olgunlaşma hem de karşılıklı anlayışın, sabrın ve bağlılığın getirdiği bir armağandır.
2023’te boşanan çiftlerin %42’sinin ilişkilerinin "sosyal medyada mükemmel göründüğünü" itiraf etmesi, sosyal medyanın aşkı ve sevgiyi nasıl bir illüzyona dönüştürdüğünü, nasıl gerçek duyguların yerini sanal imgelerin aldığını gösterir.
Albatrosların ömür boyu tek eşli kalması ve ilişkilerini "dans ritüelleri" ile tazelemesi, sevginin sadece insanlara özgü olmadığını, hayvanlar arasında da görülebildiğini gösterir.
Felsefi metinlerden edindiğimiz ilham ile nörobilimsel araştırmaların somut bulguları, aşkın ve sevginin evrimsel yolculuğunu anlamamızda bize rehberlik eder. Bu birleşim, ilişkilerdeki değişimin ne kadar doğal ve kaçınılmaz olduğunu hatırlatır.
Bilimsel veriler, romantik aşkın beyinde yarattığı yoğun patlamaların, zamanla daha istikrarlı ve bağlayıcı hormonların etkisi altına girdiğini gösteriyor. Bu, aşkın evrimsel doğasının en somut kanıtıdır.
İlişkilerde yaşanan değişim, aşkın sona erdiği değil; aksine, sevginin yeni bir form olarak filizlendiği bir dönüşüm sürecidir. Her bitiş, aslında yeni bir başlangıcın habercisidir.
Aşk, bir yanardağın patlaması gibi coşkulu başlarken; sevgi, lavların soğuyup toprağa dönüşmesiyle yeni yaşam filizleri verir. Bu dönüşüm, yalnızca biyolojik bir süreç değil; aynı zamanda yaşamın her anında, paylaşılan deneyimlerle yeniden inşa edilen bir öyküdür.
Gün doğumuyla birlikte, gençliğin ateşiyle yanıp tutuşan bir aşk, zamanın dokunuşuyla yavaşça değişir. İlk kıvılcımların coşkusuyla patlayan duygular, gün geçtikçe yerini sakin, derin ve kalıcı bir sevgiye bırakır.
Benzer şekilde gerçekleştirilen başka bir araştırmada, ilişkilerin evrimi sırasında, romantik aşkın yerini, karşılıklı anlayış, empati ve paylaşım üzerine kurulu sevginin aldığını göstermiştir. Araştırmada, romantik aşkın beyin aktivitelerindeki yoğun değişimlerin, zamanla yerini daha durağan ve bağlayıcı nörolojik yapıların aldığı saptanmıştır. Ayrıca psikodinamik yaklaşımlarla, bireylerin yaşam deneyimlerinin, ilişkilerde aşkı nasıl evrimleştirdiğini ve sevgiye nasıl dönüştürdüğünü detaylandırır.
2017 yılında yapılan bir araştırmada, ilişkilerde başlangıçta yoğun dopamin patlamalarıyla kendini gösteren aşkın, zamanla oksitosin ve vazopressin gibi bağlanma hormonlarının etkisi altında daha istikrarlı ve derin bir sevgiye dönüştüğünü ortaya koymuştur. Bu araştırma, aşkın başlangıçtaki tutkulu döneminin beyinde yarattığı kimyasal coşunun, uzun vadede daha sakin ve dengeli bir sevgi formuna evrildiğini bilimsel verilerle destekler niteliktedir.
Esther Perel’in "Aşkın Kıvılcımı" (2020) adlı eseri, uzun süreli ilişkilerde "tutkuyu yeniden canlandırma" yöntemlerini inceler. Perel, "Aşk bir sanatçıdır; sevgi ise onun en sabırlı öğrencisi" diyerek ikisinin simbiyotik ilişkisini vurgular
Türk edebiyatında ise Ahmet Hamdi Tanpınar, "Huzur" romanında Mümtaz’ın Nuran’a olan tutkusunun "bir resimde donmuş güzelliğe" dönüşmesini anlatırken, zamanın sevgiyi nasıl derinleştirdiğini ima eder.
Tolstoy, "Anna Karenina"da aşkın trajik sonunu anlatırken, Levin ile Kitty’nin evliliğinde sevginin sakin bir nehir gibi aktığını gösterir: "Artık onu sevmiyordum; onunla yaşıyordum, o benim havamdı."
2017’de Journal of Neurophysiology’de yayınlanan bir araştırma, uzun süreli ilişkilerde prefrontal korteks aktivitesinin arttığını, bu durumun partnerler arası "empati ve uzlaşı becerisi" ile doğrudan ilişkili olduğunu gösterdi. Bu bilimsel veri, sevginin zamanla nasıl geliştiğini, nasıl daha derin bir bağ yarattığını gösterir.
"Anatomy of Love" (1992) çalışmasına göre, bu tutku hali ortalama 12-18 ay sürer. Ancak zamanla dopamin yerini oksitosin ve vazopressin alır; bağlılık hormonları, ilişkiyi "yanan bir ateş"ten "ısıtan bir sobaya" dönüştürür.
Cemal Süreya’nın dizelerinde özetlendiği gibi, "Aşk gençliğin ateşi, sevgi ömrün güneşi" ifadesi, iki duygunun birbirini tamamlayan, evrimleşen yanlarını gözler önüne serer.
Platon’un "Şölen" adlı eserinde aşk, ruhun kendini tamamlaması ve ideallerin peşinde koşması olarak betimlenir. Bu tutku dolu aşk, zamanla yerini, daha sakin, derin ve kalıcı bir sevgiye bırakır.
Nazım Hikmet’in "En güzel deniz henüz gidilmemiş olandır" sözü, aşkın her an yeni bir yüzünü sergileyebileceğine işaret ederken, Mevlana’nın "Aşkta en derin yol, sonsuzluğa açılan kapıdır" sözü, duyguların evrimsel yolculuğuna dair umut verir.
İnsan yüreğinin derinliklerinde zaman, aşkı başka bir boyuta taşır. İlk bakıştaki tutkulu kıvılcımlar, günün yorgunluğu, hayatın iniş çıkışları arasında sönükleşirken, yerini daha sakin, ama belki de daha güçlü bir sevgiye bırakır. Bu durum, aşkın sonu mu, yoksa sevginin başlangıcı mı sorusunu gündeme getirir.
Ömer ve Mei, farklı kültürlerin izlerini taşıyan iki farklı bireydir. Ömer, Türkiye'de büyümüş ve aşkı aile onayı, sorumluluk ve sadakatle tanımışken, Mei, Çin'de, aşkı daha çok aile bağları ve sosyal normlarla şekillendirmiştir. Ancak, bir gün karşılaştıkları o ilk bakış, onlara aşkın biyolojik gücünü gösterdi. Ömer, Mei’nin gözlerinde kendi derinliklerini bulmuştu; Mei, Ömer’in gülüşünde bir güven aramıştı. Kültürlerinden bağımsız olarak, aşkın biyolojik temelleri onları birbirlerine çekmişti. Zamanla, aşkları daha derinleştikçe, kendi kültürlerinin aşkı ifade etme biçimlerine de saygı gösterdiler. O an, onların kalpleri birleştiğinde, kültürün ötesinde bir bağ kurdular.
“Kültürler, aşka nasıl yaklaşırlarsa yaklaşsınlar, biyolojik temellerdeki aşkın nörokimyasal kökleri her zaman aynı kalır. Ancak toplumsal ve kültürel faktörler, aşkın dışa vurumunu, anlaşılma biçimini ve yaşanma şeklini şekillendirir.”
Aşk, bir çiçeğin tomurcuklanması gibi, her kültürde farklı bir biçimde açar. Batı'da aşk, çoğu zaman bireysel bir serüven, özgürlük arayışı olarak tanımlanırken, Doğu kültürlerinde aşk, çok daha kolektif ve bağlayıcı bir anlam taşır. Aşk, en saf haline, kalbin ruhu kadar derin bir biçimde dokunur. Her kültür, aşkı kendi biçiminde yaşar, fakat her biçim, insan ruhunun aynı arzusuna hizmet eder: birleşmek, bir arada olmak, bir bütün olmak.
Birçok kültür, aşkı evlilik öncesi ya da sonrasına koyarak biyolojik ve toplumsal normları harmanlar. Örneğin, Batı'da bireysel seçim, sevgi ve romantizm ön planda tutulurken, Doğu'da bazı geleneksel toplumlar, aşkı daha çok ailelerin onayladığı, toplumun değerlerine uygun bir biçimde yaşarlar. Bu, bir bakıma aşkın biyolojik dürtülerinin toplumsal baskılarla nasıl şekillendiğini gösterir. Örneğin, Hindistan'da aşk, genellikle ailenin onayı ve sosyal bağlar üzerinden şekillenirken, Kuzey Avrupa'da bireysel seçimler daha ön plandadır.
Biyolojik olarak, insanlar çoğunlukla kendilerine genetik olarak uyumlu olan bireyleri ararlar. Ancak kültür, genetik çekimin üzerini örtüp daha sosyal ve psikolojik faktörleri devreye sokar. Batı'da bireyler, partnerlerini kendi içsel duygusal bağları ve zevklerine göre seçerken, birçok kültür, toplumun ve ailenin değerlerini, partner seçiminde etkili kılar. Fakat her durumda, beyin, aşkla ilgili hisleri aynı biyolojik süreçler aracılığıyla işler.
Aşkın biyolojik temelleri aslında tüm insanlarda benzer şekilde işler. Beyinde aşk, kimyasal bir fırtına gibidir. Dopamin, oksitosin ve serotonin gibi nörotransmitterler, bir kişiye karşı duyduğumuz çekimi, tutku ve bağlılığı şekillendirir. Ancak kültürel bağlam, bu kimyasalların nasıl işlediği ve nasıl dışa vurulduğu konusunda önemli bir rol oynar. Örneğin, Batı kültürlerinde genellikle "aşk özgürlüğüdür" anlayışı hakimken, birçok Doğu kültüründe aşk, evlilik ve aile kavramlarıyla daha derinden bağlantılıdır.
Asya'nın bazı bölgelerinde aşk, toplumsal sorumluluklar ve aile bağlarıyla daha sıkı bir şekilde bağlantılıdır. Aşk, genellikle bir sorumluluk olarak görülür; bireyler, daha çok ailelerinin isteklerine göre partnerlerini seçerler. Bununla birlikte, biyolojik çekim ve romantik bağlar da devreye girer. Dolayısıyla, farklı kültürlerde aşkın biyolojik temeli aynı kalmakla birlikte, onun ifadesi ve yaşanışı farklılık gösterir.
Aşk, kültürlere göre şekillenirken, biyolojik temellerinden vazgeçmez. O biyolojik temeller, hepimizin içinde, farklı coğrafyaların, farklı dillere, geleneklere ve inançlara sahip olmalarına rağmen aynı şekilde çalışır. Aşkın biyolojik doğası, tüm insanları bir şekilde aynı hedefe yönlendirir: bir bağ kurmak, bir araya gelmek ve birbirimizi tamamlamak.
Aşk, her kültürde farklı bir biçim alır. Ancak aşkın temelleri her zaman aynıdır: iki insanın kalbinin, ruhunun, bedeninin bir araya gelmesi. Ancak bu büyülü deneyim, her toplumda kendine has bir dil, bir renk, bir ritüel ile varlık bulur. Kimileri aşkı bir ömür boyu süren sadakat olarak tanımlar, kimileri ise kısa ama yoğun bir tutku olarak…
“Feromonlar, aşkı ve çekimi yalnızca yüzeysel bir duygu olarak bırakmaz, vücudumuzun derinliklerinden gelen kimyasal bir dil aracılığıyla insanları birbirine bağlar. İki birey arasında oluşan çekim, bu kimyasal mesajların etkisiyle meydana gelir. Bu kimyasal etkileşim, aşkı biyolojik temellere dayandırarak, vücudun evrimsel dürtülerine hizmet eder.”
Her bireyin vücudu, kendine özgü bir kokusunu üretir. Bu koku, genetik ve biyolojik izlerin bir kombinasyonudur ve başkaları üzerinde derin bir etki bırakabilir. Feromonlar, esasen kimyasal mesajlar gönderir ve bu mesajlar, insanları bilinçaltında birbirlerine çeker. İki insan arasında, ilk başta hiç anlam veremedikleri bir çekim olduğunda, bu, büyük ölçüde onların feromonlarının birbirine duyduğu uyumdan kaynaklanabilir.
Aşkın kimyasal dilinde feromonlar, belki de en gizemli ve en etkili oyunculardır. İnsanlar, kendilerinin farkında olmadan bu kokuları yayar ve başkaları, bu feromonlara tepki verir. Feromonlar, vücudun gizli bir dildir; sesler gibi, kelimeler gibi, bakışlar gibi, kokular da insanların içindeki en derin duyguları harekete geçirebilir. Bu kokular, biyolojik ve evrimsel olarak insanları bir araya getirmenin, çiftleşme amacının ve bağlanmanın bir aracıdır.
Aşk, her zaman anlamlı bir bakış, yumuşak bir dokunuş, bir kelimeyle tanımlanmaz. Aşk bazen, bir kişinin vücudundaki kokunun derinliklerine işler; kalp hızınızı hızlandıran, yüzünüzü kızartan ve aklınızı karıştıran bir parfüm gibi… O kokuyu fark ettiğinizde, dünya bir anda sessizleşir ve sadece o anın büyüsü kalır. Aşkın bu tür gizemli, fiziksel boyutları vardır; çünkü kokular, insan ruhunun en derin köşelerine kadar ulaşabilir ve orada bir iz bırakabilir.
Koşulsuz özsevgiyi geliştirmek, insan kapasitesinin en yüce ve en karmaşık ifadelerinden biridir. Bu yolculuk, hem bireyin içsel dünyasında hem de sosyal yaşamında sürekli bir çaba gerektirir
2023’te her 3 gençten 1’inin selfie’lerini beğenilmediğinde silmesi, sosyal medyanın özsevgiyi nasıl bir yarışa dönüştürdüğünü, nasıl gerçek duyguların yerini sanal bir rekabetin aldığını gösterir.
1839’da Robert Cornelius’un tarihin ilk selfie’sini çekerek "Dünyanın en ışıklı fotoğrafı" notunu düşmesi, özsevginin tarihte nasıl farklı şekillerde ifade edildiğini gösterir.
Şempanzelerin aynada kendilerini tanıyabilmesi ve yaralarını inceleyerek öz bakım yapması, özsevginin sadece insanlara özgü olmadığını, hayvanlar arasında da görülebildiğini gösterir
Akademik çalışmalar, özsevgiyi hem biyolojik hem de psikolojik boyutlarıyla inceler. Bu çalışmalar, sağlıklı özsevginin, empati ve sosyal bağlılık gibi erdemlerle nasıl desteklendiğini anlamamıza ışık tutar.