İki genç kız kurulu düzenden kaçıp, evlerini, okullarını, ailelerini ve düzene boyun eğmiş arkadaşlarını geride bırakıp vahşi doğaya açılıyorlar. Kurumuş köklerin, aysız gecelerin, kurt ve ayı seslerinin içinde her bir yaprağı, dalı, toprağı oluşturan kum tanelerini inceleyerek bir anlam arıyorlar. Bu meydan okumaya girişmeleri için yeterli bir neden var mıdır? Düzenin ağır beton bloklarının altına ellerini koymaya yeterli bir sebep var mıdır merak ediyorlar. Bu merak, onları önce tehlikeye, yalnızlığa, bilinmeyene ve bu bilinmeyenin içinde karanlık gölün şeffaf yüzeyinde kendi yüzlerini gördüklerinde, yaşama içgüdülerine, felsefe taşına, umuda, toprağın bereketine, meyve ağaçlarına, ilk aşka ve ruh ailelerine götürecek. Bu tehlikeli yoldan geri dönmek isteyecekler mi? İsteseler bile yolu bulabilecekler mi? Bulsalar bile güçleri yetecek mi?
Mevsimler o zaman ne kadar uzundu? O sonbahar sanki hiç bitmedi; hâlâ yordun bir dalı, korkunç bir sesle kırılıp göğsümün üstüne düşüveriyor ben uyurken.
“Kaçmak değil bu, hatırlamak belki... kim olduğunu, neye ait olduğunu ve en çok da nerede kaybolduğunu.”
İlkay Sevgi, Ruhların Başucunda adlı romanında yalnızca iki karakterin hikâyesini değil, modern insanın içsel çatışmalarla örülü yolculuğunu kaleme alıyor. Bu roman, klasik anlatının sınırlarını bilinçli bir şekilde reddederken, felsefi sorgulamalarla örülmüş bir bilinç akışı içinde ilerliyor.
Kitabın merkezinde yer alan iki genç kadının düzen karşıtı duruşu, okuru yalnızca bir isyanın tanığı kılmıyor; aynı zamanda kendi iç dünyasındaki çatlaklarla yüzleşmeye zorluyor. Onların doğaya yönelişi, bir kaçış değil; aksine, benliğe doğru derin bir inişin sembolü. Romanda doğa, bir arka plan değil, yaşayan bir karakter; sessizliğiyle, tehlikeleriyle, verimliliğiyle ve dönüştürücü gücüyle.
İlkay Sevgi’nin dili, yalın olduğu kadar şiirsel; teorik olduğu kadar içsel. Siyaset bilimi ve felsefe temelli birikimi, romanın dokusuna akademik bir derinlik katarken, meditatif dans gibi sezgiye dayalı bir pratiğin izleri de metnin ruhsal boyutunu besliyor. Bu çok katmanlılık, Ruhların Başucunda’yı yalnızca edebi değil, deneyimsel bir metne dönüştürüyor.
Roman boyunca okura yöneltilen temel soru şu: "Bir düzenin dışında yaşamak mümkün mü, yoksa her kaçış başka bir yapının içinde kendini yeniden kurar mı?" Bu soruya verilen cevaplar net değil; fakat metin, okuru cevaptan çok sorunun kendisine aşina kılmakla meşgul.
Ruhların Başucunda, özellikle kalıplaşmış yaşam biçimlerinden sıkılan, içsel dönüşümün eşiğinde duran ve okuduğu metinlerde yalnızca olay değil, anlam da arayan okuyucular için etkileyici bir keşif alanı sunuyor.
Sonuç olarak, bu kitap bir roman olmanın ötesinde bir yolculuk çağrısıdır. Betonun altında kalan sesi duymak isteyen herkes için...