Birbirimizi sevip rahatça yaşama ve geçinmenin yollarını bilmediğimiz ve kırk yıldan kalma kötü göreneklere yapışıp kaldığımız için dar bir kapıdan nasıl geçilebileceğini bilmeyip de itişip kakışan, birbirini incitip azarlayan kimseler gibi hiçbir iş görmeden yorulup duruyoruz.
Yetişkin bir kızı, işlek bir oğlu, bir de gelini, sessiz bir karısı; üç çift öküzü, iki ineği, bir eşeği; sulu, susuz yetmiş dönüm tarlası, yaz kış işler iki taş bir karaca değirmeni olan bir adamın köy yerinde ne sıkıntısı olabilir, dememeli. Adam odur ki, komşusunun ineği dişi doğurdu, der, yüreğine od düşer. Yeryüzü gözüne karanlık olur. Yatar, uykusu tutmaz. Gezer, gezdiği yerde onu düşünür.
Biri yalan söylerse ona kızıyorlar, dinlemiyorlar da yazarsa okuyorlar ve kızmıyorlar. Romancılar, müsavi yalancılar… Romanın yalan olduğunu ispat etmek ister mi? Demek yazarlar yalancıdırlar. Okuyanlar nedirler?… İnsan yalanı bilmeyerek okur ama yalan olduğunu bildikten sonra gene okumak ister mi? Biz niçin Avrupa’nın iyiliklerini almıyoruz da hep böyle sakat yerlerini, edebiyattır, sanattır diye taklide uğraşıyoruz?
— Azizim, ömrünü bir erkekle geçirmiş, hatta hiç erkek yüzü görmemiş kadın çoktur. Ama ömrünü bir kadınla geçirmiş bir erkek bulamazsın. Bu azizim, bir yaradılış meselesidir.
Bütün noksan, bu memlekette hükûmetlerin sabit bir siyaset koymayı bilmemelerindedir. Hangi şeyimiz sabit ve payidardır? Bizden sonra gelenler de bizim yaptıklarımız doğru ve iyi bile olsa, sırf biz yaptık diye yıkacaklar. (…) Bu hâlle bu memlekette terakki olur mu? İstediğin kadar çalış! Biz bunu anlamıyoruz ve bu hâlin bir çaresi olduğunu da bilmiyoruz. Hükûmet gün geçiştirmeye bakıyor.