Geceleri sabahlara kadar okumayayım da ne yapayım Ben el ayak çekildikten sonra odamın kapısını sürmeleyip kitaplarla başbaşa kalmak saatini dört gözle beklerim.
Yazıklar olsun, seni sevmesini bilmeyenlere; ey, gamlı ülke!. Seni sevip, senin sessiz dramın içinde gömülüp gitmekten korku çekenlere!.. Taşın, toprağın ne bitmez bir sabır ve mukavemet hazinesidir! İnsan, senin gögsünde ya destanı bir kahramanlığa erer ya da en ilahi mizaçlı velilerin feragat ve mahviyet derecesine varır.
"Ben, şu anda, iki ayrı insanım. Biri her şeye ağlıyor; öbürü her şeye gülüyor. Daha doğrusu, bir Münire var ki, hayatı, genç kızlığının his ve hayal perdesi arkasından seyretmekte, öbür Münire de bütün çirkinlikleri, kalabalıkları bayağılıklarıyla çırılçıplak görmektedir. Hangisi haklı? Doğruyu hangisi söylüyor? Bana öyle geliyor ki, her ikisi de. Zira, hayat ne tamamıyla güzel, ne büsbütün çirkindir. Onu, neden yalnız bir yanından almalı?"
Birinci Dünya Savaşı’ndan dönen bir aydının Anadolu köyüne sığınmasıyla başlayan bu roman, hayal edilen halkla gerçek halk arasındaki farkı gözler önüne seriyor. Ahmet Celal, ne köylüleri anlayabiliyor ne de onlar tarafından anlaşılıyor. Bu karşılıklı yabancılaşma, romanın merkezine oturuyor.
Yaban, aydın halk çatışmasını, yalnızlığı ve aidiyet arayışını güçlü bir dille işliyor. Döneminin ruhunu yansıtan bu eser, Türk edebiyatında özel bir yere sahip.
Kendi konağında ailesiyle birlikte yaşayan Münire'nin hikayesini okuyoruz. Kitabın on ikinci sayfasında, "Insanlar içinde niceleri aşk yolunda can verdiler. Niceleri cinayet işlediler ve bir nicesi de veremden sararıp solmaktadır. Benim maceramda ise, ne intihar, ne cinayet, ne de hastalık var. Bundan bir roman mezvuu çıkartmak nasıl aklımdan geçebilirdi?" diyor ancak kendi hikayesini okuduktan sonra Münire'ninkinin de küçümsenemeyecek kadar trajik olduğunu anlıyoruz.
Çünkü saydıkları acı verici de olsa, bir genç insanın geleceğini yok sayarak hiç sevmediği birisiyle evlendirmek ve onu tamamen yabancı bir yerde çaresiz yaşamaya mecbur bırakmak da o insanı verem edebilecek bir derttir.
Günümüzde odamızdan çıkmadan uzun süre zaman geçiriyoruz değil mi? Ama yalnız değiliz Münire gibi. Elimizdeki en basit telefonla bile bizim gibi insanları bulup dertleşebiliyoruz. Ancak Münire'nin evlilik günlerini okurken midem bulandı ve başım ağrıdı. O evde geçirdiği zaman boyunca konuşacağı kimsenin olmaması, tamamen yalnızlığa hapsolması ve günümüzde teknolojiden canımız sıkılınca yaptığımız gibi ceketini alıp kafasına göre yürüyüşe çıkamaması oldukça iç karartıcı detaylardı. Zaten o dönemlerde özellikle kadınlar pek dışarı yalnız çıkmıyorlar. Çıkarlarsa da üstü kapalı arabalar ve eşlik eden hizmetliler ile çıkıyorlar.
Ne dışarıda ne içeride, hiç yalnız kalıp ağlayamadığınızı, yürürken taşları ayağınızla sürükleyip kendi kendinize yabancı sokaklara giremediğinizi düşünün cinsiyetiniz ve yaşınız ne olursa olsun. Evde de üstelik, eşiniz olacak insanın sizi aldattığını, üstüne de normal bir sohbeti sürdürecek kapasitesi olmadığını düşünün.
Bence yeryüzünde cehennem bu şekilde olurdu. Hem manevi yalnızlık hem de fiziksel olarak yalnız olamamak.
Naim Efendi'nin konağında başlıyor tüm hikaye. Naim Efendi tam bir Osmanlı kültürünün insanı. Fakat torunları ve damadı ise yeniliklere çok düşkünler. Kızı ise pek bir şeyi umursuyor gibi görünmüyor. Ne kocasının, babasına olan art niyetli tutumu ne de çocuklarının yanlış yolda gidiyor olmaları kadını pek alakadar ediyor kitapta.
Fatih Harbiye'de olduğu gibi yine batı kültürü meraklısı bir genç kız var olayın temelinde. Dedesi tarafından seviliyor ve karşı gelinmiyor hiçbir isteğine. Torununa süslü bir kıyafet almak konağın birincil ihtiyaçlarını gidermekten daha mühim Naim Efendi için.
Yaşlı olduğu için mi, yoksa artık hiçbir şeyi umursamadığı için mi bilmiyorum ama Naim Efendi kendi elleriyle sonunu hazırlıyor. Normal ve sağlıklı düşünen insanların yapacağı ilk şey kendisini suistimal edenlerden ailesi olsa bile uzak durmaya çalışmak, o da olmazsa araya belirli bir manevi ve maddi duvar örmektir ki yaşlılığının son anları huzur içinde geçebilsin. Ancak kendisinin tutumu, daha hızlı öleyim, arzusuyla üst üste yanlış kararlar vermek.