Acı çekerek iyi biri olunamaz. Acı çekerek genellikle kötü biri olunur. Kimin en çok acı çektiğini tartışmak çocukçadır. Baskı gören çocuk genellikle sakatlanır, duygusal yaşama zarar görür, baskı gören genellikle baskı yapanın düşünce yapısı ile yöntemlerini benimser, baskı görmenin en vahim sonucu budur. Bu baskı göreni mahveder ve onun kendini kurtarma olaraklarını azaltır. Acıyı işe yarar kılmak büyük uğraş gerektirir. Özellikle de acı çeken kişi için.
Birine karşı duyduğumuz sevginin büyüklüğü, bir üçüncü kişiye karşı beslediğimiz kinin boyutları ile açığa çıkıyor, bu günlerde bunu öğrenmeye başladım.
Ama biz insanlar, birey olarak önemimizi arttırdığı için acılarımızın suçunu büyük katliamların üstüne atmaya eğilimliyizdir; gerçek her zaman küçük harflerle yazılıyor.
Nefret ettiğiniz insanlardan sonsuza dek uzak kalamayız. Öte yandan, yine aynı nedenle, sevdiklerimize asla büsbütün yakın olamayacağımızı da düşünebiliriz.
İnsan katlanmak zorundadır, işin bütün sırrı budur. Kendi karakterine, kendi tabiatına katlanmak zorundadır. Çünkü ne tecrübe ne de kendi eksikliklerine, şahsi menfaatlerine ve açgözlülüğüne dair içgörü hiçbir şey değiştirir. Arzularımızın dünyada tam bir yankısı olmayışına katlanmak zorundayız. Sevdiklerimizin bizi sevmemesine ya da umduğumuz gibi sevmemesine katlanmak zorundayız. İnsan ihanete, sadakatsizliğe katlanmak zorunda ve son olarak ki bütün görevlerin en zoru birisinin karakter ya da zeka yönünden kendisinden üstün olmasına da katlanmak zorunda.
Olduğundan farklı olma arzusu. Bu bir insanın kaderden yiyebileceği en büyük silledir. Olduğundan farklı olma arzusu: Kalpte yanan hiçbir arzu daha acı verici olamaz. Çünkü insan hayatı ancak kendi kendisi ve dünya için taşıdığı anlamla uzlaşarak katlanabilir.
Tutkunun özünü mantık teşkil etmez. Ötekinin ne verdiği tutkunun hiç umrunda değildir, o kendini bütünüyle ifade etmek, bütünüyle yaşamak ister; karşılığı yalnızca tatlı duygular, nezaket, dostluk ya da sabır olsa bile.
... kalbin de kendi gecesi ve kurdun ya da geyiğin avlanma içgüdüsü kadar vahşi kendi kıpırtıları vardır. Rüya, arzu, kibir, bencillik, aşk deliliği, kıskançlık ve intikam hırsı insanın gecesinde, tıpkı çöl gecesindeki puma, akbaba ve çakal gibi pusuya yatmıştır.
İnsan önemli soruları sonunda daima bütün hayatıyla cevaplar. O esnada ne söylediğinin, hangi sözler ve prensiplerle kendini savunduğunun bir önemi var mı? Sonunda, en sonunda insan dünyanın ona öylesine inatla sorduğu soruları hayatının gerçekleriyle cevaplar. Sorular şöyledir: Sen kimsin? Gerçekten ne istiyordun? Gerçekten ne yapabiliyorsun? Nerede sadıktın, nerede sadakatsiz? Nerede cesurdun, nerede korkak? Sorular bu şekildedir. Ve insan elinden geldiğince cevaplar, doğru ya da yalan söyleyerek ama bu kadar önemli değil. Önemli olan, sonunda bütün hayatıyla cevap vermesidir.
Olgular konuşur; hani derler ya: Hayatın sonuna doğru olgular itiraflarını, işkence sandalyesindeki sanıklardan daha yüksek sesle haykırır. Sonunda her şey yaşanıp biter, ortada yanlış anlaşılacak bir şey yoktur. Fakat kimi zaman olgular yalnızca sonuçların zavallı tezahürleridir. İnsan yaptığıyla değil, bu yaptığının arkasındaki amaçla kendini suçlu hale getirir. Her şey amaçta saklıdır.
"Viyana"diyor. Benim için dünyanın diyapazonuydu. Bu kelimeyi -Viyana'yı- telaffuz etmek, bir diyapazona vurup o sırada konuştuğum kişinin bu sesi nasıl duyduğuna kulak vermek gibiydi. İnsanları bununla sınıyordum. Çünkü Viyana sadece bir şehir değil, aynı zamanda kişinin ya sonsuza dek ruhunda taşıdığı ya da hiçbir zaman taşımadığı bir sesti.
Görev kendine olan sevgin ve koşulsuz özgürlük arayışının önüne geçebilir mi? Kendini gerçekleştiremediysen 'görev' başkalarını kendi büyümen uğrunda kullandığını örtmek için uydurulmuş bir tabirdir sadece.