Neşe

@nese
Yazar Üye
calendar_month Kasım 2025 tarihinde katıldı
İncelemeler
@nese
İnceleme
19g
Eski Bir Fotoğraftan Kırpılmak
Ermiş deniz fenerlerinden aydınlık dumanlar gelir
Eski bir şarkıda gemileriyle kaybolanlar gelir
Siyah yelkenleri rüya tozlarıyla örtülü

~Attila İlhan - Deniz Kasidesi şiirinden.~

Fırat Sunel’in okuduğum ilk kitabı. Öylesine yüreğe dokunuyor ki tam olarak nasıl yorumlayacağımı bilemiyorum. Ne duru bir anlatım. Okuyanı sarıp sarmalayan bir kitap. Okumalısınız. Aslında 'Salkım Söğütlerin Gölgesinde' yazarın okumayı düşündüğüm ilk kitabıydı. Şimdi daha bir sabırsızım okumak için. Çok etkilendim kaleminden.

Gurbet benim için hiç bitmedi.” diyen yazar, Almanya’da işçi bir ailenin çocuğu olarak büyümüş, Almanya dahil kimi ülkelerde başkonsolos ve büyükelçi olarak görev yapmış.

Sarpıncık Feneri'nde Sakızlı mübadil bir aile merkezinde kardeşlik bağları, ayrılık ve yaşadığı topraktan koparılmanın yarattığı yıkımı işliyor. Doğduğumuz topraktan başka yerlere savrulmak, can korkusuyla sevdiğimiz ve bağlı olduğumuz her şeyi bırakıp gitmek zorunda kalmak, son nefesimizi verene kadar özlemle oraları sayıklamak bizlerin yabancısı olduğumuz hisler. Bu hazin göç hikâyelerini kitaplardan okurken bile yüreğimiz parçalanıyorsa, bunu bizzat yaşayanların acısını varın siz düşünün.

Mübadele veya göç elbette çok yazılmış, çok okunmuş konular. Ancak bu kitapta farklı bir anlatım var. Okuyanı çocukluğuna götüren bir rüzgâr diye tanımlayabilirim. Bütün o hazin yaşanmışlıkları bir çocuğun anılarından, deniz fenerinin büyüsüyle harmanlayıp öyle güzel dokumuş ki yazar, iyi ki okumuşum dedirtti.

Attila İlhan, Deniz Kasidesi şiirinde “Ermiş deniz fenerlerinden aydınlık dumanlar gelir” demiş. Kitabı okurken sık sık aklıma geldi. Aydınlık günlere olan inancımız gitgide azalırken, neyse ki kitaplar var demekten kendimi alamıyorum. Bu karanlık dünya denizinde bize fener olan böylesi güzel kitapları yazanlara minnetle...
Sarpıncık Feneri
Fırat Sunel - Profil Kitap - 2020
413
@nese
İnceleme
20g
Siyah ve Beyaz
Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu,
birinciliği beyaza verdiler.
(Özdemir Asaf)

Bu kitapta çok ama çok şey var. Yine de uzun uzadıya anlatmadan aktarmaya çalışacağım.

Yer Güney Afrika, Rodezya. Bugünkü ismiyle Zimbabwe. İnsanlık iki büyük dünya savaşını tecrübe etmiş. On savaş daha yaşasa değişen fazla bir şey yok. Biz önce dışından bakıyoruz insana.

Gözümüze ilk önce siyah ve beyaz çarpıyor.

Türkü Söylüyor Otlar’da Doris Lessing’in yirmi beş yıl yaşadığı Zimbabwe toprakları mükemmel bir betimlemeyle anlatılıyor. Avrupalı beyaz efendilerin hem sömürüp hem tiksindiği siyah, sade bir dille çıkyor karşımıza.

Açlıktan yığılıp kalmış çocuğu, arkasında bekleyen akbaba ile görünce deklanşöre basan Kevin Carter, o fotoğraf sayesinde Pulitzer Ödülü almıştı hani, bakınca hepimiz de ne üzülmüştük!. Sonra şölen sofralarımıza geri dönmüştük. İşte o fotoğrafın ardındaki yaşamı en yalın anlatımla görüyoruz. Bunu yaparken, beyazın yalnızca siyaha değil, birbirine karşı tutumunu da izliyoruz. Dönemin toplumsal yapısı yazarın aynasından gözümüze yansıyor. Kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik, erkeğin egemen olduğu düzendeki çarpıklık, toplum baskısının insan psikolojisi üzerindeki yıkımı akıcı ve duru bir dille sergileniyor. Eleştirel bakış açısını satır aralarında boğulmadan yakalayabiliyoruz. Sayfalar ilerledikçe beyaz adamın ırkçılık ideolojisinin hem değersizleşmesi hem de bu değişimi reddetmekten doğan iç çatışmalarına tanık oluyoruz.

Lessing, efendi-köle ilişkisini hem beyaz adamın siyah adama uyguladığı baskıcı tutumla hem de ataerkil sistemin kadına getirdiği dayatmalarla göz önüne sererken, aslında bir taşla iki kuş vurmuş oluyor. Çocukluğunu yoksul ve mutsuz bir anne babayla geçiren Mary’i ana karakter olarak seçmesi, “Mutsuz çocuklar mutsuz toplumların mimarı mıdır?” sorusunu ayrıca akıllara getiriyor. Geçmişiyle bağlarını koparıp ailesiz bir yaşamı seçen, üstelik bundan mutlu da olan Mary’nin toplum baskısına boyun eğmesi, ister istemez aile kaderdir düşüncesini çağrıştırıyor. Seçtiği yaşam ile kendisine dayatılan yaşam arasındaki zıtlık yüzünden kendini toplumdan soyutlayıp, akıl bozulmasına kadar sürüklenen bir karakter profilinde tanık olduklarımız akıllara şu soruyu da getirmeli: Batısıyla, doğusuyla, adil bir toplum olmamız düşüncesi bir hayalden ibaret olabilir mi? Belki de kaçış yok.

Yazar, kara kıtanın iyileşmeyen yarası olan siyah ve beyaz arasındaki eşitsizlikle, beyaz adamın ‘haklı da benim üstün de’ psikolojisi ve kendi dünyasında çözemediği cinsiyet eşitsizliğiyle, insanın insanı sömürmesiyle doğan adaletsizliğe yaptığı vurguyla, harika bir eser meydana getirmiş.

Lessing’in ilk romanı olan Türkü Söylüyor Otlar, kendi özyaşam izlerini de taşıyor. Katolik okulunda okurken eğitimini yarıda bırakan, genç yaşında evi terk eden yazar, otuzlu yaşlarında kaleme aldığı bu romanla ırkçılık konusunu kadının toplumdaki trajik durumuyla harmanlayıp, bu alanda yapılmış çalışmalardan farklı bir eser koyuyor ortaya.

“Bir uygarlığın zaaflarıyla ilgili en doğru yargıya başarısızlıklarına ve uyumusuzluklarına bakarak varılabilir.”

"O, beyaz Güney Afrika'nın birinci kuralına uyuyordu: Beyaz soydaşlarının, belli bir seviyenin altına düşmelerine izin vermeyeceksin; çünkü buna izin verirsen, Zenci kendini seninle eşit görür."

Kazandığı 2007 Nobel Edebiyat Ödülü’nü, ödülle gelen ilginin yazarlığını olumsuz etkilemesi yüzünden bir felaket olarak niteleyen Lessing’in başarılı psikolojik tahlillerinden biri olarak gördüğüm şu alıntıyı da paylaşmadan geçmek istemedim.

“Gerçeği söylemek ya da dışlamak uğruna, bir insanın kendisi hakkındaki imgesini çökertmek çok kötüdür. O insanın yaşamaya devam edebilmek için yeni bir imge oluşturmayı başarıp başaramayacağını kim bilebilir?”
Türkü Söylüyor Otlar
Doris Lessing - İş Bankası Kültür Yayınları - 2024
445
@nese
İnceleme
20g
Şeytan Nereye Çağırırsa Oraya
İçimizdeki şeytan kulağımıza bir şeyler fısıldar.
Bencile şunu der:
"Duygularının sorumluluklarını başkalarına yükle."
Çıkarcıya şunu der:
"Kendi işini gör, bugünü kurtar, varsın yansın Dünya."
İkiyüzlüye şunu der:
"Nabza göre şerbet ver. İlkeli olmaktan kim fayda görmüş?"
Kurnaza şunu der:
"İstediklerini elde etmek için başkasının hakkını düşünme bile. Ortada iyi bir şey varsa ne yap et, sen al onu."

Şeytan hiç susmaz. Her yanımızı sarmış çeşitli aynalarda gizlenir. Bazen bencillik aynasında görünür yansıması, bazen iki yüzlülük, kimi zaman da kurnazlık. Çoğu zamansa, neredeyse baktığımız her aynada onu görürüz.

Macide ve Ömer’in aşkı çevresinde insan psikolojisine derin bir bakış taşıyan bu sürükleyici kitap hep eleştirdiğimiz dünyaya açılan aynalarla doluydu.

Macide’nin aynasından bakarken, “içimizde barınan tüm şeytanlara rağmen” umudun tükenmediğini, iki yüzlü ahlak anlayışına geçit vermeyen sağlam karakterli kadınların her devirde var olduğunu görüyoruz.

Ömer’in aynasında ise, aczimize ve boş vermişliğimize rağmen içimizdeki iyilik ve doğruluk kırıntılarının bir gün bir yerlerden çıkıp hayatımızın kontrolünü eline alabilme ihtimalini izliyoruz.

Bedri’nin aynası insan olmanın, insan sıfatıyla bir toplumda yaşamanın içimizdeki ümidi de yaşatmak gibi bir zorunluluk doğurduğunu gözler önüne seriyor. Bu aynadan yansıyan satırların belki de en vurucu olanları şunlardı:

“Daha sarp yollardan yürüyen fakat buna mukabil insan denecek bir insan olmak isteyenler de var… Belki pek az… Ama var… Unutmayın ki, dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektir. Bu söylediğim gibilerin az ve henüz kendilerini tam göstermiş olmaması, günün birinde iyinin, doğrunun ve kıymetlinin hakim olacağından ümidi kesmeyi icap ettiremez…”

Ve yansıttığı ışıkla gözlerimi en çok kamaştıran ayna; Hafız Bey ‘in aynası… O aynadan çıkıp yüzümüze çarpan şu cümleler ne çok şeyin özeti:

“Sana teşekkür borçluyum evlat… Bana dünyanın hakikaten suratına tükürülmeye bile değmez olduğunu ve bu dünyada suratına tükürülmeyecek bir tek, ama bir tek insan bile bulunmadığını sağlam bir şekilde ispat ettin. Böyle biri mevcut olsa o sen olurdun ve şimdi buraya gelinceye kadar içimde bir şüphe vardı. Şu kainatta belki bir de iyi taraf vardır, fakat görmek bize nasip olmuyor diyor ve seni düşünüyordum. Bir daha teşekkür ederim. Beni boş hayallerle avunmaktan, yaptığıma pişman olmaktan kurtardın.”

İçlerinde siyasiler, yazarlar ve akademisyenlerin sahibi bulunduğu kirli aynalardan sızan rahatsız edici yansımalarda her türlü değere ihanet edebilen, arzularının kölesi olmuş, aciz ve zavallılara ait yansımaları da görmek mümkün. Sanırım Ömer ‘in içinde bir parça da olsa kalan son iyilik kırıntılarını da silip süpüren bunlardır.

Son olarak, Sabahattin Ali’nin bu romanı yazmaktaki asıl amacının dönemindeki diğer aydınlara göndermelerde bulunmak olduğu, Ömer’in yakın arkadaşı Nihat karakterinin Nihal Atsız, bir diğer karakter İsmet Şerif’in Peyami Safa, şair olarak yergiyle söz edilen Emin Kamil’in ise Necip Fazıl olduğu birçok yerde yazılmış. Ne sebeple yazmış olursa olsun, sosyolojik, psikolojik ve felsefi çözümlemelerle dolu bu sürükleyici eseri iyi ki de yazmış.
Keyifli okumalar dilerim.
İçimizdeki Şeytan
Sabahattin Ali - Yapı Kredi Yayınları - 2024
422
@nese
İnceleme
20g
Hakikattir Övgüyü Hak Eden
Acı çekme felsefesine sahip kültürler Dünya’nın doğusunda daha yaygın sanki. İntikam duygusuna da yüce anlamlar yüklenir niyeyse? Canını feda etmek gerektiğinde acı ve intikamdan daha iyi bir motivasyon olabilir mi? Olur elbette, dahası var:
Bu dünya zaten ölümlü ve haksızlıklarla dolu. Gel biz seni sonsuz mutluluğun olduğu öbür dünyaya gönderelim, şehitlik de fazladan ikramiye olsun. Bak seni orada ne tatlı bir hayat bekliyor. Hem başkalarına da örnek ol, onlar da kendini feda etsin, senin gibi şehit olsunlar! Yarattığın kayıplara aldırma, bu yolda her şey mübah.

Böyle bir saçmalığı asla yapmam diyorsunuz değil mi? Peki kim yapıyor bunları? Yalnızca kör inançlarla ruhunu, haşhaşla beynini uyuşturmak yeter mi insanın böylesi akıl almaz bir şeyi yapmasına? Yetmez elbette. Kaybedecek bir şeyinizin olmaması bile yetmez. Umutlarının da tükenmiş olması gerek. Gerçi çocuğunu yanına alıp bu eyleme kalkışacak kadar ruhsal bozulmaya uğramış olanları da duymuyor değiliz ancak çocuğu o anda zaten onun için kaybedilecek bir değer değil. Böylesi bir akıl tutulmasının pençesindeki insanları fedai yapmanın gelişimini, tarihteki var oluş sürecini başarıyla aktarmış yazar.
Elbette asıl konu bu değil.

Görünürde olan:

Şii Müslümanlar ve Selçuklu Türkleri arasındaki mücadele, güçlü bir silahlı örgüt, korkutucu bir siyasi güç, haşhaş ve bakire kızları kullanıp cennet vaadiyle gençlerin beynini yıkayıp intihar saldırılarında kullanan bir diktatör… Ardında bıraktığı izlere günümüzde dahi rastladığımız, var olan tüm ideolojileri reddetmiş gibi görünüp dini duyguları alet ederek kendi ihtişamlı sistemini oluşturan acımasız Hasan Sabbah’ın harcadığı hayatlara aldırmadan ölümüne giriştiği bir güç savaşı.

Hiçbir şey gerçek değil, her şey mübah!

Aslında olan:

İnanç diye kabul ettiği düşüncelerin yıkıma uğrayışıyla tüm ahlaki değerleri ve duyguları deforme olmuş hasta bir ruh. Amaç bellediği ne varsa onun uğruna başkalarını harcamaktan çekinmeyen bir kötülük. Bu kötülüğü göremeyecek kadar dogmalara teslim olmuş zavallı zihinler.

Eser yalnızca popüler bir roman değil, akıcı anlatımında gizli sembolik anlamlar ve sıkça kullanılan felsefi yorumlarla sürükleyip götüren bir serüven...
Fedailerin Kalesi Alamut
Vladimir Bartol - Koridor Yayıncılık - 2022
401
@nese
İnceleme
20g
Yara İzlerinden Tanıyorum Seni
“Ve bir gün, artık bu dünyaya dayanamayacağım, diye düşündüm.
Bunun üzerine denizin derinliklerindeki kadim bir tanrı seslendi:
-Öyleyse çocuğum, başka bir dünya yap.”

Ben başka bir dünya yapmak için yıllarca çalıştım. Alışılmış kurallarla savaştım, istediğim ve istemediğim şeyleri belirlemeyi bildim, kalabalıklarla baş ettim, dilediğimde yalnızlığı seçip, dilediğimde sevdiklerimin ve ailemin elinin uzanabileceği bir yerde olabildim.
Bir gün sevdiklerimden biriyle, annemle seyahate çıktım. Kendi başına gidemeyeceği yerleri görsün istedim.

Birinci köprü yoluna yanlışlıkla girip panikten ne yapacağını şaşıran sürücüler gördünüz mü hiç? Biz Kuzey Amerika’da kiralık bir araçla bilmediğimiz bir sürü yolda paniklemeden gezdik annemle. Yine de daha önce iyi bildiğim bir hissi oralarda içime kazıya kazıya bir kez daha yaşattı sağ olsun.
- Bir başımıza buralarda ne işimiz vardı?
- Tamam anne, anlıyorum. Ben astronot olup Ay’a bile çıksam vasıfsız bir erkek kadar olamam değil mi?

Kitabı okurken bu düşüncelerin kıyısında gezinip duruyor insan. “Eğer kadınsan, tanrıça bile olsan, kaybeden taraftasın.”

Ancak bu kabullenen tarafta olduğun anlamına gelmez. “Kirke” gibi, kendini bulma yolunda her şeyi göze alacak güce sahip olduğunu fark ettiğin an kazanan tarafa geçtin demektir.

Mitolojiye ilginiz olsun olmasın, ‘Ben, KİRKE’ tek solukta okuyacağınız bir eser. Kitabı okumaya başlarken son sayfalarda kahramanların tanıtıldığı bölüme göz gezdirebilirsiniz. Ben başlangıçta özellikle bakmadım o kısma. Tüm hikâyeyi öğrendikten sonra bu küçük mitoloji sözlüğüne bakmak daha hoşuma gitti.

Bir film izler gibi büyülerin, canavarların, acımasız Zeus, akıllı ve güzel Athena, bencil ve katı Helios gibi tanrıların, Agamemnon, Akhilleus ve Odysseus gibi büyük savaşçıların dünyasında dolaştım. Yalnızca tanrıça veya titan değil, olağanüstü bir kadın olan Kirke beni kendine hayran bıraktı.

Böyle güzel bir çeviri yapan Seda Çıngay’ın ve emeği geçenlerin ellerine sağlık diyorum.
Okursanız ayırdığınız zamana değecek.
Ben Kirke
Madeline Miller - İthaki Yayınları - 2023
402
@nese
İnceleme
20g
İyiler - Kötüler
Kemal Tahir, “Benim de masalım var, halk hikâyelerim var…” demiş.
Ve almış kalemi eline.

Türk’ün bir uç beyliğinden kısa zamanda nasıl devlet haline geldiğini destansı bir dille yazmış.
Türk kadınının yiğitliği ve cesaretinin de altını çizip, romana Devlet Ana adını vermiş.

1290’lı yıllarda Bursa, Söğüt ve çevresinde Osmanlı Beyliği, Bizans Tekfurlukları ve diğer Türk beyliklerinin ilişkilerini, Kancık Vuruş, Uyandırılan Işık, Dost Çelmesi, Fal, Derin Geçit ve Kerimcan’ın Yolu adını verdiği altı bölümde okurlarına aktarmış.

Eser, Ertuğrul Gazi’nin yaşlılığı ve ölüm dönemiyle başlıyor. Devamında Osman Gazi’nin bey oluşu, Orhan Bey’in gençliğe adım atışı, Anadolu Türkleşmeye başlarken Osmanoğulları’nın devlet kurma mücadelesinde Bizans ve ona bağlı tekfurların bu gücü önleme çabaları gibi önemli olaylara tanık oluyoruz.

Ayrıca, dönemin dünyası, tarihi olayları, sosyal yapısı, inanç ve kültürel farklılıkları, özellikle de feodalite ve din sömürücülüğünün Batı’yı içine hapsettiği karanlık, ustaca gözler önüne seriliyor.

“Şöyle bilin ki, ahilikte miras yürümez, babanın kazandırdığı oğula geçmez ve de herkesin kendi kazanması kanundur… Onu gördüm ki, ahilerden kiminin kitabı hiç yok. Kitap olmayınca aktan kara, eğriden doğru ayrılmaz.”
satırlarında alçakgönüllülük, yiğitlik, güzel ahlak, cömertlik, inanç farkı gözetmezlik gibi erdemleri bünyesinde barındıran ahilik teşkilatının başlangıcındaki saflığın, daha sonra bozulmaya uğradığı da, dönemin doğu toplumunun inanç ve sosyal yapısına ışık tutar nitelikte.

Osmanlı’nın Söğüt’teki yaşam biçimi, maneviyat ve milli değerlere olan bağlılık, adalet kavramı, aile birliği, devletin milleti ile olan uyumu, ayrıntılarıyla sergilenirken, Ertuğrul Gazi, Osman Bey, Orhan Bey, Şeyh Edebalı, Akçakoca, Yunus Emre gibi tarihi şahsiyetlerle kurulmuş olay örgüsü eşsiz bir anlatımla sunulmuş.

Dönemin Türk (Türkmen) toplumunda kadına verilen önemin, Bacıbey (Devlet Hatun) karakteriyle disiplinli, saygın, sert mizaçlı ve güçlü kadın modelinde karşımıza çıkması da, bir anlamda, benimsenen devlet anlayışının sembolü gibi.

Beyliğin devlet oluşundaki süreç çok sancılı geçer. İyiliğin karşısında sayısız kötülük vardır.

Türklere büyük düşmanlık besleyen Saint Jean şövalyelerinden Notüs Gladyüs karakteri, eserde karşı güce hizmet edenlerden biri ve istediğini elde etmek için her türlü kötülüğü olağan sayan Batı feodalizminin vücut bulmuş hâli. Kötülüğün diğer temsilcilerinden biri, Batı’dan Anadolu’ya gelen Cenevizli Keşiş Benito, arka planda kilise kurallarını hiçe saydığı halde, göz önünde kendini dine adamış gibi gösterip büyük saygı görürken, sorgulamayan insanların gözüne inen perdenin simgesi gibi. Bu arada Şövalye Gladyüs ile işbirliği yapıp, zavallı halkın inançlarını beraber sömürmeleri de işin cabası.

İyiler ile kötülerin savaşı böylece sürer gider. Ne zaman bitmiş ki?
Muhteşem bir olay örgüsü, çok kararında eklenmiş kurgusu ve destansı anlatımıyla mutlaka okunması gereken bir eser.
Devlet Ana
Kemal Tahir - Ketebe Yayınları - 2022
414
@nese
İnceleme
20g
Atoma Karşı Kürekle Savaşanlar
Çernobil faciası yaşandığında biz çocuktuk. O güzel Karadeniz şehrinde dik bir tepenin üzerindeki evimizde geceleri hırçın dalgaların kayaları döven sesleriyle uykuya dalarken, başımızı nemli yorganın altına sokar, güvende olduğumuzu hissetmenin rahatlığıyla uykuya dalardık. En büyük derdimiz, sabah olunca o tepeden epeyce aşağıdaki bakkala ekmek almaya kimin gideceğiydi.

O sırada mutfakta demlenen mis gibi çayın ne kadar kıymetli olduğunu bilecek yaşta değildik. Bir de Havva Teyze’nin kocaman tabakta getirdiği fındıkların değerini...

Tabiat karşısında çaresiz olduğumuzu henüz bilmiyorduk. Sonra biz çocuklar bile korkuyu öğrendik. Havadan korktuk, sudan, topraktan, yiyeceklerden... Üstelik Çernobil ve bizi ayıran koskoca bir denizin ötesinde bu kadar çok korktuk. Orada bu felaketi yaşayanların ne halde olduklarını hayal bile edemezdik.

Sonra biz duyduk, dinledik, gazetelerde okuduk, televizyonlarda izledik. Daha çok korktuk. Evlerimizde artık çay demlenmiyordu. Çevremiz balık ve fındıkla doluydu ama biz artık yiyemiyorduk. Ne kadar da mağdurduk! Neyse ki büyük adamlardan biri çıkıp televizyonda çay içti de içimiz rahat etti. Oh, neyse ki korkacak bir şey yoktu!

Sonra yıllar geçti, ailemizde, çevremizde kanser olmaya başladı insanlar. Bir kuzenim doğdu, hiç göremedik, iki hafta içinde öldü. Yıllar geçtiği halde annesi o travmayı hiçbir zaman atlatamadı. Nasıl bir canlı dünyaya getirmişti bilmiyorum ama ailede bizden gizli yapılan yorumlardan korkutucu bir şey olduğunu anlayabiliyorduk.

Net olarak anlayabildiğimiz şey, toprağın, havanın ve suyun yıllarca zehirli kalacağıydı.

Şimdi bu kitabı okurken o zamanlara geri dönmüş gibiyim. Zaten bugün de başka korkularla uğraşıyoruz. Bu defa sadece Çernobil değil, bütün dünya...

Tabiat kafamıza kafamıza vuruyor; haddini bil, sana sunduğum nimetleri kabul et ve benimle uğraşma diyor. Hâl böyleyken bile hırslarımızdan arınamıyoruz. Ormanı yağmalıyor, göllere saldırıyor, denizleri katlediyoruz. Sanırım insanoğluna müstahak.

Çernobil faciası çok uzun bir hikâye. Birkaç yıl değil, nesiller boyu sürecek elim bir hikâye.
Kitap, orada bu faciayı yaşayanların, tanıkların anlattıklarıyla dolu. Reaktör çalışanları, mühendisler, işçiler, ev kadınları, gazeteciler, yaşlılar, gençler... Yaralılar, ölenler, tahliye edilen evler ve köylerin dramıyla dolu.

“Bebekler neden ölüyor?"
“Çünkü onlar bizim çocuklarımız, bizim çocuklarımız yaşamayacak. Doğacaklar, sonra da ölecekler.”
Artyom yedi yaşında; beş yaşında gibi duruyor. Gözlerini kapattığında, uyuyor sanıyorum. Beni görmediği için ağlamaya başlıyorum. Sonra gözlerini açıp, "An­ne, şimdiden öldüm mü?" diye soruyor.

Okuması bile bizlere acı verirken, bunu yaşayanların neler hissettiğini hayal etmek dahi mümkün değil.
Yine de hepsinin vardığı son nokta; nereye gidebiliriz, biz burada yaşamak zorundayız düşüncesi oluyor.

Nükleer enerji günümüzde nasıl da ayağa düştü değil mi? İnsan her şeyin sahibi olmaya çalışıyor. Endüstri devrimi, atom bombası, nükleer başlıklar; her şey bizim kontrolümüzde! Yaşanan faciaları politikalarla örtmeye çalışıyor, sorumluluktan kurtulsak bize yeter diyoruz. Suç kimde?

Sonra, yeni baştan başlıyoruz. Yeni felaketler yaşanana kadar devam ediyoruz.
Kabul et artık, bilim ve doğa senden hoşlanmıyor. Çünkü sürekli karşısına çıkıp çelme takmaya çalışıyorsun. Onlarla beraber uyum içinde yürümeyi öğrenmedikçe, sana daha güzel bir dünya yok!
Çernobil Duası
Svetlana Aleksiyeviç - Kafka Kitap - 2017
453
@nese
İnceleme
20g
Ezberledin mi Rolünü?
Hayatın hikmetlerinden dolayı kafamız zaten karışık. Ben Atay’ın Hikmet’ine bir bakalım derim. Çünkü Albay’ı, Sevgi’si, Nurhayat’ı, Bilge’si ve diğerleri; hepsinden ortalama bir “Hikmet” çıkarabiliriz.

Arada kalmış, sayfalar arasına sıkışmış biri Hikmet. Hem kızdığı, hem hepsini birden kucaklamak istediği insanların, sevdiği kadınların, hatta oturduğu evin bile orta katında, arada kalmış bir insan. Bir gün, “Ben ölmek istiyorum sayın albayım ölmek!” deyip, başka bir gün, “Ben yaşamak istiyorum, yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum!” diyecek kadar arada kalmış biri.

Sen ne yaptın Hikmet?
Gerçeklerden düşlere, düşten gerçeklere sıçrayıp durdun. Kendinle birlikte bizi de savurdun! Kaç kişiydin sen aslında; biz hangisiydik?

Hayatla dalga geçemezsin, buna müsaade etmez kendileri. Sorgulamada kalsan, ötesine geçmesen öylesi daha kullanışlı olmaz mıydı?

“Değil mi albayım? Allah belanı versin Hikmet! Peki albayım.”

Başarısızlıklarının sebebini diğerlerinin üzerine yıkmakla içerinde huzur, dışarında dünya nimetleri bulacağını sandın. Kaçtığında sığındığın yeri savaş alanın yaptın ama insanlar ne yapar eder bozguna uğratır. Asla kaçamazsın. Yakalarlar.

Dert etme! Aklını korusan da bütün oyunları istediğin gibi oynayamazdın. Ancak yol boş olursa karşı kaldırıma geçebilirsin! Senin yolun çok kalabalıktı...

Ama artık yeni bir şey olacak mıydı? Belki de tüm olabilecekleri denedin ve bitirdin. Oyunlar oynamak istiyordun ya, beğendin mi peki? Dışarıdan göründüğü gibi değil. Oyunlar tehlikeli. Bir tarafta her zaman ne istediğini bilen insanlar, diğer tarafta sonrasını düşünmekten ne istediğini de unutanlar.

Her tarafta biraz bulunayım dersen bertaraf olursun.

Tehlikeli Oyunlar’da hiçbir şey kesin değil. Tıpkı yaşadığımız gerçek hayat gibi. Ve ben bu yolculuk boyunca Atay’ın bilinç akışında neredeyse kaybolacaktım.

Böylesi bir kayboluşa gönüllü olarak, bu harikulade eseri bir kez daha okurum.

(NOT: Önsözü kitap bitince okuyun derim.)
Tehlikeli Oyunlar
Oğuz Atay - İletişim Yayınevi - 2024
373
@nese
İnceleme
20g
Haydi Sancho Vakit Tamam
Bugün, okuduğun kitaptan başını kaldırıp, Alonso Quijano ’yu Don Quijote yapan yolda ona eşlik eder misin?

Derler ki, bu eseri üç kez okumalıymışız: Kahkahanın duygulara hâkim olduğu gençlikte, mantığın hâkim olduğu orta yaşta ve felsefî düşüncenin hâkim olduğu ihtiyarlıkta. Benim ikinci okuyuşum oluyor. Umarım üçüncüyü de okuyacak kadar zamanım olur.

MİGUEL DE CERVANTES KİMDİR?

Günümüzden yaklaşık 470 yıl önce yaşamıştır. Okul hayatı kısa sürmüş ve eğitimini kendi kendine tamamlamıştır. O dönemde İspanya'da düello yasaktır ve bu düellolardan birine karıştığı için mahkeme tarafından sağ elinin kesilmesi cezasına çarptırılır. Hâl böyle olunca, bir anlamda Cervantes’in “Don Quijote” olma macerası da başlar.

Cezadan kurtulmak için, Osmanlı Devleti'ni İnebahtı'da mağlup eden Haçlı donanmasına katılır. (Daha sonra bu zaferden, Osmanlılar’ın denizlerdeki yenilmezlik unvanlarının ve kibirlerinin hazin sonu diye bahsedecektir.) Kendisi de bu savaş sırasında yaralanır ve askerlikten daha fazla yarar sağlayamayacağına karar vererek ülkesine dönme kararı alır. Bindiği gemi Osmanlılar’ın saldırısına uğrayınca esir alınır ve Cezayir'de beş yıl geçirir.

Nihayet Cervantes özgürlüğüne kavuşarak ülkesine dönmüştür. Önceleri tiyatro ile ilgilenir. Bir çok oyun yazar ama pek çoğu günümüze ulaşmaz. Donanmanın ambar memurluğunu yaptığı sırada sorumlu olduğu kasa açık verince, yeniden hapse girer.
Cervantes, Don Quijote'un temellerini burada atmaya başlar ve kitap 1605’de yayımlandığında büyük beğeni kazanır.

MODERN ROMANIN ERKEN ÜRÜNÜ “DON QUİJOTE”

16. yüzyıl öncesinde edebiyat kısa şiirler, kahramanlık destanları ve halk hikâyeleri gibi unsurlardan oluşuyordu. Ardından din ve din adamlarının yaşamlarını anlatan şiirler geldi. Sonrasında da romanslar…

Don Quijote öncesinde, “romans” dediğimiz serüvenlerle dolu metinler yazılmış. Don Quijote yayımlanınca romansların kolaycılığı ve tekdüzeliği ortaya çıkar. Bu eser, romans türünün bitişi, modern romancılığın başlangıcıdır diyebiliriz. Cervantes burada, gerçeklikten uzak romansları kötülemek yerine, onları kendi silahıyla vurarak, hicivlerle donattığı şövalye hikâyelerinin saçmalığını gözler önüne serer.

“Don Quijote” henüz doğmamış modern yazım türlerinin ayak izlerini, hatta postmodernizmin özünü içinde barındırır. Okurla sürekli iletişim halindedir. Onun görüşlerine kulak verir. Okura kurgusal bir metnin içinde gezerken kendi kendisine bakma olanağı da tanır. Anlatıya ironilerle müdahale ederek kurmacayı bir şölene dönüştürür.

Kısacası, “Don Quijote” bir öncü romandır.

İspanyol Edebiyatı’nın okurlarına kazandırdığı, 30’dan fazla dile çevrilmiş, en çok okunan eserlerin başında gelen Don Quijote, dünya edebiyatında olduğu gibi Türk Edebiyatı’nda da büyük izler bırakmıştır. Bu arada; eserin ülkemizde bu kadar çok sevilmesinde Doğu anlatılarıyla bağlantılı oluşunun etkisi var mı diye düşünmedim değil.

Ayrıca Cervantes, bu eserde kendisinden başkalarının emeği olduğunu da sezdirir. Karşımızda bir yazar üçlüsü var diyebiliriz. Anlatıcı yazar olan Cervantes, topladığı el yazmalarıyla hikâyenin temelini atan Magripli Seyyid Hâmid Badincani ve Arapça’dan çeviriler yapan bir başka yazarla devam eder okuma serüvenimiz.

DELİLİK Mİ FİLZOFLUK MU?

Cervantes, Don Quijote karakterinde, inandığı değerler uğruna savaşan, bu uğurda hayatını hiçe sayan, fedakârlıklarının karşılığını alamamış bir tip yaratarak, kendi düş kırıklıklarını da ortaya koyar.

Yıllar boyu okuduğu şövalyelik kitapları neticesinde, ellili yaşlarına geldiğinde idealinin içinde kaybolmuş, zayıf, uzun boylu Alonso Quijano’nun bütün servetini bu uğurda harcamaktan çekinmediği bir serüvene çıkmasına tanık oluyoruz. Yüce ruhlu, mütevazı ve merhametli Don Quijote aynı zamanda bilgili de bir insandır. Sapasağlam bir iradesi vardır. Onun inancı ve görev hissine bağlılığı insanı şaşırtacak derecelere varır. Yarısı mukavvadan miğferiyle, sefalet içindedir ama “görev” olarak inandığı şeyi yerine getirmek için bir an bile gözünü kırpmaz, her türlü eziyete katlanır. Yaptığı hamlelerde işin başını, sonunu, neticesini düşünmez. Zaten düşünse “fedakârlık” olmazdı değil mi? Baruta karşı kılıçla savaşmaktan vazgeçmeyen gururlu bir idealisttir o.

Peki neydi bu yüce görev? Artık unutulmaya yüz tutmuş gezgin şövalyelik görevi adı altında, rastladığı kötülükleri ortadan kaldırmak, haksızlara cezasını vermek onun idealini açıklamaya yeterli midir? Bence Cervantes burada akıl bozulması yaşayan birine bu görevi yüklerken okuru daha derin bir düşünceye yönlendirmiştir: “Hangimiz deli, hangimiz akıllıyız ve buna kim karar veriyor?”

Eser, gözümüzden yaş getirecek kadar güldürürken, La Mancha’lı Asilzade Don Quijote aracılığıyla aynı zamanda derinlemesine bir hüzün gelir yerleşir içimize. Her saldırısında yaralansa da yoluna devam eder. Yaralarımıza dokunur.
Başka türlü bir hayatın da mümkün olabileceğine inandırır bizi. Delilik diye algıladığımız yel değirmenleriyle savaşında, aslında onun idealizmi ve materyalizm karşı karşıyadır.

Ve sadıktır Don Quijote. Birbirlerini hiç görmemişlerdir; Dulcinea del Toboso’nun onun varlığından bile haberi yoktur ama hayalindeki aşka sadaketle bağlıdır. Tıpkı silahtarı Sancho Panza’ya sadık olduğu gibi.

Baş koyduğu yolda yalnız yürümesine razı olmayan, yakınında durup onu gözeten, kendi çıkarlarından vazgeçmek istemese de yol arkadaşını yere düşürmeyen Sancho olmasaydı Don Quijote bu denli kalıcı bir karakter olabilir miydi? Birbirleriyle çelişseler de, uyuşmazlık yaşasalar da, onu gerçek dünyaya davet ettiği kadar, ideallerine de çelme takmayan bir yoldaştır Sancho Panza.

Yolun başında aç gözlü, maddiyata düşkün ve cahil bir Sancho varken, serüvenler devam ettikçe birbirlerinin özelliklerini taşımaya başlarlar. Gerçek hayatın sıradanlığından sıyrılınca düşler ülkesinde yaşamak Sancho’ya da iyi gelmiştir.

Zaten gerçek hayat hepimizin tahammül etmekte zorlandığı bir yerdir desem birçoğunuzun bana katılacağını tahmin edebiliyorum.

Deli deyip geçtiğimiz Don Quijote kadar hayatın gerçeklerine karşı çıkarak kendi gerçekleriyle yaşayan kaç akıllı var içimizde? Dövüşerek, kavgasından vazgeçmeden…

İçindeki Don Quijote ruhunu canlı tutan, yaralarını gururla taşıyanlara selâm olsun.
Don Quijote 2 Cilt Takım Kutulu
Miguel de Cervantes Saavedra - Yapı Kredi Yayınları - 2024
361
@nese
İnceleme
20g
Hiçliğe Adanmış Bir Hayat
Neyzen henüz çocuk yaşında etrafına topladığı akranlarına kendi yaptığı kavalı çalarken, on üçüne geldiğinde sara (epilepsi) hastası olacağını nereden bilebilirdi? Bu hastalık bir yandan eğitim hayatının bitmesine sebep olurken, diğer yandan onu “Neyzen Tevfik” yapan yaşantısına da başlangıç olmuştu. İzmir Mevlevihanesi, İstanbul Fethiye Medresesi, Galata ve Yenikapı Mevlevihaneleri’nde geçen geniş zamanlar ona Şair Eşref, Mehmet Akif Ersoy, Ruhi Baba, Yunus Nadi, Tevfik Nevzat, Ahmet Rasim, Tevfik Fikret, Udi Nevres gibi ilim sahiplerinin arasında kendini yetiştirme fırsatı sağladı.

Burada Neyzen’in kendine örnek aldığı, çok muhtemeldir ki iğneleyici sözlerinin de alt yapısını oluşturan hocası Şair Eşref’i şu dörtlüğüyle anmadan geçmek istemedim.

"Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için,
Gelmesin reddeylerim billah öz kardeşimi,
Gözlerim ebna-yı ademden o rutbe yıldı kim,
İstemem ben fatiha, tek çalmasınlar taşımı."

( Sanki malum olmuş gibi, gerçekten mezar taşı çalınmıştır.)

Neyzen’in kalıba sığmayan kelimeleri mi, haksızlığı yerden yere vurmakta ustaca kullandığı hicivleri mi yoksa o muhteşem ney ustalığı mı daha çok öne çıkmıştır diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Azab- ı Mukaddes’i okurken hiçliğe adanmış bir hayatın tanığı oluyoruz. Bu hiçliğin içinden haksızlara ve din sömürücülerine veryansın ederken birçoğumuzun hislerine tercüman olup, haykırmak isteyip de söyleyemediklerimizi düzenbazların yüzüne tokat gibi çarpıyor Neyzen.
Birçok şiirinde ve hikâyesinde adaletsizlere, boş kafalı kibirlilere, düzenbazlara ve bilhassa dini alet edenlere bugünlerin moda deyimiyle “kapak” gibi cevaplar veriyor. Sustuklarımız ve göz yumduklarımıza bakınca hangimiz “HİÇ”, orası belli.

Bazen o kıvırcık saçlı başındaki fırtınaları dindiremediği için mesken tuttuğu meyhanelerde, bazen bozuk düzene karşı susmadığı için gözaltında, çoğu zaman da “Ey bana kendini büyük tanıtan. Hâlime bak da varlığından utan!” dedirtecek dizeleri yazdıran derdine derman aradığı hastane odalarında geçen bir ömrün kendisi başlı başına acı bir şiir zaten.

"Düzelmeyen şu alemin işini
Ulu Tanrı'm olan nura bıraktım,
Sabreyledim, kırk yıl sıktım dişimi,
Gün görmeyi Nefh-i Sûra bıraktım."
dizelerini sizlerle paylaşırken, en ünlü bestelerinden “Nihavent Saz Semaisi”ni de dinlemeden geçmeyin derim..
Azab-ı Mukaddes
Neyzen Tevfik - Kapı Yayınları - 2020
377