Mezarlığın yanındaki teneke evde uyanan ilk şey, alarm değil, rüzgârın çürük sacı dövmesiydi. Yorgan sandığı battaniyeyi üstünden atan adam, ayağa kalktığında betondan soğuk iliklerine kadar işledi. İsmi yoktu. Kayıtlarda vardı ama o isim onu anlatmıyordu. Kendine bile itiraf edemediği bir boşluğun içinde yaşıyordu.
Evin içinde bir musluk vardı, ama su yoktu. Bir masa vardı, ama yemek yoktu. Bir fotoğraf vardı, ama çerçevesi kırıktı. Bir defter vardı, ama yazılmıyordu.
Dışarıda çocuklar oynamıyordu. İnsanlar sadece işe yetişmek için koşuyor, sonra hiçbir yere yetişememiş gibi eve dönüyorlardı. Kimse kimsenin gözünün içine bakmıyor, herkes birbirinden kaçıyordu. Çünkü herkes birbirine benziyordu.
Adam pencereden dışarı baktı. İstanbul'un kenar mahallelerinden birindeydi. Ama orası artık bir şehir değil, yıkıntıların üstüne kurulmuş bir “unutma kampıydı.” Her gün insanlar biraz daha susuyor, biraz daha eksiliyordu.
Bugün pazartesiydi. Ama kimsenin umurunda değildi. Çünkü bu şehirde günlerin artık ismi yoktu.
---
Bölüm 2 gelsin mi? Yoksa buradaki adamın geçmişini mi açalım? Belki eskiden o da biriydi. Ya da asla kimse olamamıştı.
Bölüm 2 – Adını Anan Olmadı
Kimsesizlik sadece bugünün değilmiş. O adam... O puslu kaldırımların kenarında çöküp, gökyüzünü değil duvarı izleyen adam... O, zaten hiç doğmamış gibiydi.
Annesi onu doğururken ölmüş. Babası, ölümle onu karıştırmış. “Bu çocuk uğursuz,” deyip sokağa atmış. Adı konmamış. Yolda bulunan bir kâğıtta "Emrah" yazıyormuş. Ona bakan yaşlı kadın, “Adı bu olsun bari” demiş. Ama kimse ona adıyla seslenmemiş. "O çocuk." "Şu köşedeki." "Dilenci."
Yedi yaşında çöpten ekmek toplarken elini kesmişti. Kanı akınca, kimse bez vermemişti. On yaşına geldiğinde mahalledeki çocuklar onunla alay etmişti: “Senin annen yok ki lan!” “Babam seni görünce kusmuş diyo babam!” Bir çocuk daha ileri gitmişti, taş atmıştı ona. Kafasından kan akmıştı bu kez. O an anladı: Kırılan kemik, kırılan kelimeden daha az acıtıyordu.
Sonra büyüdü, ama içine doğru büyüdü. Kiminle konuşsa, iki dakika sonra sessizliğe gömülüyordu. Çünkü onun cümleleri başkalarının rahatını bozuyordu.
Bir keresinde bir kadına yardım etmişti; çamura düşen eşyasını kaldırmıştı. Kadın dönüp, “Bırak, pisletme!” demişti. Oysa adamın elleri temizdi. Sadece hayatı kirliydi.
Zamanla konuşmamayı öğrendi. Sonra selam vermemeyi. En sonunda kendine bile cevap vermemeyi.
Adını anan olmadı. Çünkü o, kendine bile seslenmeyi unutmuştu.
---
İstersen buradan devam ederiz:
Bölüm 3'te adamın yaşadığı mahallede başka “çürüyenleri” görürüz.
Sokaktaki başka unutulmuş insanlar.
Ya da bir kadın... onun gibi sessiz, unutulmuş...
Belki de bir terkedilmiş mezarlık, eski bir dostun adı, ya da bir çöp kutusunda bulunan bir günlük.
Sen ne istiyorsun kardeşim? Mahalleyi mi kuralım, bir kadını mı çıkaralım geçmişten, yoksa çürümüş kalabalığı mı izleyelim? Karar senin. Bölüm 3'ü birlikte kuralım.
Bölüm 3 – Çürüyen Mahalle
Sabah ezanının sesi sokaklara çarparken bile uyanmayan bir mahalleydi burası. Sadece insanlar değil, binalar da sessizliğe gömülmüştü. Rüzgar, camı olmayan bir pencereye dokununca bir çığlık gibi yankılanıyordu. Ama kimse duymazdı. Çünkü bu mahallede ses, sadece yaşayanlara aitti. Ve yaşayan kalmamıştı.
Adam, adımları çatlamış kaldırım taşlarına çarparken ilerledi. Her bir adımda başka bir çöküntüye denk geliyordu. Duvarları çatlamış, kapıları yıllar önce kapanmış evlerin arasından yürüdü. Sol yanında bir duvarın dibine oturmuş yaşlı bir adam vardı. Saçları yoktu, gözleri vardı ama bakmıyordu. Elinde yarısı dolu bir plastik şişe… İçinde ne olduğu sorulmazdı. Burada kimse kimseye ne yaptığı için değil, ne yapmadığı için konuşmazdı.
İleriye doğru yürüdü. Bir kadın gördü. Kaldırımda, yanında eski bir alışveriş arabasıyla duruyordu. Gözleri simsiyah, ama boştu. Çöpten karton ayıklıyordu. Her katladığı kartonda bir anı saklı gibiydi, ama o da bakmıyordu. Adamla göz göze geldiler. Ama göz göze gelmek bile bir anlam taşımıyordu. Çünkü bu mahallede gözler, ağızdan önce kapanmıştı.
Bir duvarın dibinde uyuyan bir çocuk gördü. Yüzü çamurluydu, ayakları çıplaktı. Üzerinde bir ceket vardı; ama o ceketin bir zamanlar kime ait olduğunu bilmiyordu. Belki o da artık yoktu. Belki o çocuk, başka bir çocuğun hayaletiyle yatıyordu orada.
Adam durdu. Derin bir nefes aldı. “Herkes çürümeyi seçmiş,” dedi kendi kendine. “Ben sessizliğe alıştım… Ama çürümeye alışamayacağım.”
Sonra ilerledi. Bu mahalle onun geçmişi değil, geleceğiydi. Çünkü bu sessizlik artık sadece kulaklarında değil, damarlarındaydı. Bu sessizliği taşıyan herkes gibi, o da yavaş yavaş çürüyordu.
Ama henüz tamamlanmamış bir çürüme vardı. Henüz mezar kazılmamıştı. Henüz bir el onun omzuna dokunmamıştı: "Hâlâ orada mısın?" diyecek bir ses eksikti.
Ve o eksik ses, belki de sokaklardan birindeydi. Ama sessizlik her zaman önce gelir, sonra ses duyulur. O yüzden yürümeye devam etti…
---
Devam edelim mi? Bölüm 4 – Aynı Sessizlikte Bir Kadın hazır. İstersen şimdi başlayabilirim.
Bölüm 4 – Aynı Sessizlikte Bir Kadın
Mahallenin arka sokaklarından birinde, paslanmış bir çöp konteynerinin yanına kurulu kartonlardan yapılmış bir barınak vardı. İçeride bir kadın yaşıyordu. Yaşamak denirse… Geceleri soğukla, gündüzleri görmezden gelinmekle baş başaydı. Adı Zeynep’ti. Ama bu mahallede kimse kimsenin adını sormazdı artık. Çünkü isimlerin anlamı, anıların unutuşuyla birlikte silinmişti.
Zeynep, bir zamanlar hemşireydi. Hastalara şefkatle yaklaşan, insan hayatını önemseyen biriydi. Ta ki bir gün oğlunu kaybedene kadar. Küçük bir ihmal, büyük bir hastanenin soğuk duvarlarında ölen bir çocuk... Ve sonrasında gelen suskunluk: "Yapılacak bir şey yoktu..." O söz, onun içine ölüm gibi işlemişti.
Eşi o gece terk etti onu. Oğlunun fotoğrafını göğsüne bastırıp sabahlara kadar ağladığı günlerde, kimse telefon açmadı. Ne arkadaşları, ne ailesi. İş yerinden bir mesaj bile gelmedi. O gün, Zeynep yok oldu. Ama toprağa değil, bu sessizliğin içine gömüldü.
Şimdi, gündüzleri çöplerden yemek topluyor, geceleri o karton evin içinde çöküyordu. Yanındaki eski tencerede bir tabak çorba kaynattı o gün. Koku bile yoktu içinde. Sıcaklık desen... sadece alışkanlıktı. Yedi, çünkü yememek ölmeye cesareti olanlar içindi. O, hâlâ bir şeyleri bekliyordu. Belki sokaktan geçen bir çocuğun “abla” demesini, belki gökyüzünden düşecek bir haber kâğıdını.
O sırada mahallenin öbür ucundan o adam geçti. Aynı sessizlikte yürüyordu. Aynı sessizlikte göz göze geldiler. Ama gözlerde hâlâ söz yoktu. Çünkü bu mahallede insanlar baksa da görmezdi.
Zeynep bir an durdu. İçinden bir cümle geçirdi: "Bu adam da çürümeye geliyor." Ve sonra kafasını eğdi. Çünkü kimse kimseyi kurtaramazdı artık. Bu sessizlik herkesin üzerine düşmüştü. Ve kimse, o sessizliğe ses olmayı göze alamazdı.
---
Bu bölümde geçmişi olan bir karakteri, yani Zeynep’i tanıttık. Seninle daha önce konuştuğumuz “her karakterin geçmişini açalım, herkesin neden burada olduğunu tek tek görelim” planını başlattık.
İstersen sonraki bölümde adamın geçmişine biraz daha derin dalarız. Ya da Zeynep ile adamın yolları biraz daha kesişir. Hazırsan: Bölüm 5 – Aynı Duvarın İki Tarafı diye devam edebiliriz.