İncelemeye gerek yok romanın Mine Kırıkkanat'ın Sinek Sarayı adlı eserinden çalındığı mahkeme teyitli ortaya çıkmıştır. Bit Palas ve Sinek Sarayı ne kadar da yaratıcı bir yazar. Elif Şafak'ın intihalci bir karakter olduğundan çoğu kişi şüpheleniyordu zaten. Cemaatin gelini şaşırtmadı.
Ferfecir Şiirler içime sinen bir kitap oldu. Sadece diğer dijital sitelere giremediği için içimde biraz burukluk var. Bu kitabı 35 yaşımın içindeyken çıkarttım. Günümüzde şiir kitabı çıkartmak o kadar da zor değil. Sadece şiirlerinizin hiçbir platformda yayınlanmamış olması kuralını uyguluyor çoğu yayınevi. Benim şiirlerim her yerde olduğu için çok ret yemiştim. Şiirleri her yerden kaldırmak çok zor bir işti çünkü. Od kitap bu konuda bana olumlu dönüş yaptı. Şiir kitabı çıkarmak isteyenler Od kitap'a başvurabilir.
Neyse kitaba gelirsek 2019'dan 2024'e dayanan 5 senelik süreçte yazdığım şiirler var içerisinde. Aşk'tan çok hayatı kendimce yorumladım bu şiirlerde.
Dünyanın en iyi film serisine sebep olmuş bir kitaptır bu. Mario Puzo'nun harika bir anlatım dili var. Filmde kendine yer bulmayan çok yer var. Mesela büyük oğul Santino'dan çok bahseder kitapta. Bir sürü kadınla olan ilişkisinden ve çapkınlığından. Hatta fiziksel özelliklerinden ve tenasül uzvundan bile bahseder Puzo.
Harika bir kitap kısacası. Filmi de sanıyorum ki hakkını vermiştir bu romanın.
Taht oyunlarından ne yazık ki dizisi yapılınca haberim olmuştu. Diziyi izlerken 7 kitaplık serisini almıştım. Devam eder diye düşünüyordum ki seriyi bitiremedi yazarı. Dizisi çok saçma ilerledi sonlara doğru bunda yazarın motivasyonunun düşmesi sebep gösterilebilir. Keşke George R. R. Martin bütün seriyi bitirdiğinde dizisini yapsalardı bu eserin.
Taht oyunlarına gelince çok iyi bir başlangıç kitabıdır. Hikaye her zaman "Bir yabancı bir yere gider" ya da "Mahalleye yeni biri taşınır" başlangıcından yola çıkıyor. 7 Krallığın kralı kuzeye Winterfell'e gidiyor mahiyetiyle. Kuzeyin koruyucusu Ned Stark'ı kral eli yapmak istiyor. Ned Stark da istemese de bunu kabul ettiğinde dalaverenin, entrikanın harman olduğu bu hikaye başlıyor.
Kitap sürükleyici, bazı karakterlerin gözünden anlatılıyor olaylar. Pov denilen bölümler şeklinde yazılmışlar. Dizisini izleyen mutlaka okumalı. Fantastik kitapları sevenler mutlaka okumalı.
Adalet Ağaoğlu'nun sosyal kimlik ve kültürü yansıttığı derin bir kitaptır Fikrimin İnce Gülü.
Kitapta Bayram adındaki Türk karakter Almanya'da temizlik görevlisi olarak çalışmaktadır. Çalıştığı işinden utanmaktadır ama biriktirdiği paralarla o yıllara nazaran bal rengi bir Mercedes alabilmiştir. Hikayede bu Mercedes üzerinden ilerleyecektir. Bayram bu Mercedes'in sahibi olunca kendini elit bir adammış gibi görmektedir. Buldumcuk olmak gibi bir tabir vardır. Bayram bu araçla herkesin ona saygı duyacağını hatta bütün kadınların onunla beraber olacağını sanmaktadır.
Türkiye'ye köyüne doğru yola çıkar bu araçla. Başına gelmeyen kalmaz yollarda. Mercedes sonunda hurdaya döner. Bayramın egoistliği ve kibiri Mercedes'le birlikte yerle yeksan olur. Köyünde kimsenin kalmadığını görür.
Adalet Ağaoğlu bu kitapta mal ve mülk gibi kavramların kaybolup gidebileceğini. Ama onur, haysiyet, şeref gibi kavramların asıl önemli olan şeyler olduğunu vurgulamaktadır.
Almanya'dan yanında gelen şoförüne uyuz olduğu afilli külüstür minibüs sapasağlamken Bayram'ın Mercedes'i perte çıkmıştır.
Sonuç olarak dünya malına değer biçmenin hayatı caka satar halde yaşamanın acınası sonuçlarını anlatmıştır bu romanda yazar.
Bu kitabı okuyup sonrasında Sarı Mercedes isimli filmi izlemenizi öneririm. Filmin müzikleri bir başyapıttır. İlyas Salman da Bayram karakterini güzel canlandırmıştır.
Çok değerli bir kitaptır. Korku gerilim türünü seven okuyucuların kitaplığında mutlaka bulunması gerekir. İçinde harika kısa hikayeler var. Özellikle "Kızıl Maskeli Ölüm" hikayesini soluksuz okumuştum. Bu hikayeyi pandemi günlerinde kitap okuma seansları yapan Okan Bayülgen'den de dinlemiştim.
Ve Perde İndi, Hercule Poirot efsanesinin sonuncu kitabıdır. Bu sefer katil dedektifimizi alt edecektir. Poirot serisinin hepsini okuyamadım ama çoğunu okumuştum. Bu kitaptan çok şey hatırlamıyorum ama okurken gerginliği doruklarda yaşadığımı anımsıyorum. 20 yıl önce okumuştum lise 2'ye giderken. Hatta bitirdiğimde Felsefe hocama hediye etmiştim.
Güzel bir kitaptır, şanına yakışır bir son olmuştur seriye.
Orhan Veli’yi anlatmak benim haddime midir ki. Ama birkaç kelam etmek gerekiyor. Üstat nasıl 36 yıllık bir ömürde ülkeye kocaman bir imza bırakabilmiş hiç düşündünüz mü? Düşünelim öyleyse, onu diğerlerinden ayıran özelliği neydi? Nasıl Türk şiirine damga vurabildi?
Orhan Veli halkı biliyordu. Çünkü balolarda, resepsiyonlarda frakla salınmıyordu. Tozlu kaldırımlarda, eski esvaplarıyla turluyordu. Vatandaşı görüyordu, onlar gibi konuşuyordu, estetik aramıyordu. İçinden geleni en yalın haliyle yazıyordu. Şiiri okuyan anlayacak arkadaş! Ben anlayacağım, sen anlayacaksın, pazardaki Halime teyze, pide kuyruğundaki Yakup amca anlayacak. Eğip bükmeyeceksin yazdıklarını. Anlaşılmaz değil duru olacak yazdıkların. İşte en büyük özelliği buydu. Doğal manzarayı çizip herkese şifresiz yayınlıyordu üstat. Bunu en güzel o başarmıştı o zamana kadar.
Garip dediler, ama esas oydu. Yapay, gösterişli ve makyajlı şiirlerden daha çok kafiyesiz, kuralsız şiirler doğal değil miydi zaten. Sanat sanat için miydi, yoksa toplum için mi? Sanatı toplum mu anlamalıydı, yoksa sadece sanatçılar mı anlamalıydı? Orhan Veli şiirlerini ayrıştırmadan, anlamda bütünlüğü koruyarak herkese aktarabildiği için üstat idi.
“Bir yer var biliyorum, Her şeyi söylemek mümkün. Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum Anlatamıyorum...”
Bu dizeleri kimler yaşamamıştır ki? Kimler tanımlayamadığı, açıklayamadığı, izah edemediği durumlarda bulmamıştır kendini. Orhan Veli ve arkadaşları gibi dersi kırıp bir yerlere giden hiç olmamış mıdır? Yani o bizim yaşadığımız ve yaşamakta olduğumuz her şeyi bize yazmıştır. Boğaza bakıp iç geçirmiştir, kim İstanbul’u dinlememiştir ki onun gibi.
“Ölünce biz de iyi adam oluruz...”
Bu mısra kadar sert bir gerçek yazılabilir mi? Ölene kadar herkesin herkese çektirdiğini sonra onları badem gözlü, sırma saçlı yaptığını kim böyle ifade edebilir? Gerçek değil midir bu?
Memlekette ölünce herkes iyi insan oluyor. Oysa yaşarken kıymetin bilinmiyor. Bu genellikle böyle değil miydi?
“Peynir ekmek değil ama Acı su bedava; Kelle fiyatına hürriyet, Esirlik bedava; Bedava yaşıyoruz, bedava.”
Bu satırları okuyunca aklınıza ne geliyorsa işte o. Klasikleşmiş ve hala güncel değil mi? Esirlik ve kula kulluk bedava değil mi? İnsan hayatı bedava değil mi? İş cinayetleri, incir çekirdeğini doldurmayan sebeplerle cinayet işlenmesi vs. 80 yıl önce doğru teşhisi koymamış mı?
Bazı insanlar özeldir bu dünyada. Bir yetenekle dünyaya gelirler, hayatlara dokunurlar. Orhan Veli dünya çapında bir şairimiz değil belki ama ülkemizde bambaşka boyutlarda seviyoruz onu.
Kendi açımdan yorumlayacak olursam birinci yeni akımını Türk şiirinin tepe noktası olarak görüyorum. İkinci yeni akım şairlerini hiçbir zaman bu denli sevemedim. Çok süslü, üstü kapalı bir tarzları vardır. Bir başka sebebi de sürekli aşk, sevda, ayrılık temalı şiirler oluşturmuşlardır. Dışarıda hayat var be arkadaş. Her şey aşk mı, halk ne yapsın aşkı? Bu yüzden romantiklerin taptığı ikinci yeni akımını değil de bu garip ve mükemmel akımı tercih ediyorum.
Orhan Veli’den bahsediyorduk. O genç yaşında hayata imza atanlardan. Dünyada Mozart klasik müziğe nasıl bir soluk getirdiyse Orhan Veli de ülkemizde Türk şiirine heyecan getirmiştir. Kaderin bir cilvesi olarak da ikisi de erken göçmüştür bu âlemden.
“Cep delik, cepken delik Yen delik, kaftan delik Don delik, mintan delik
Kevgir misin be kardeşlik.”
Bana gerçek hayatlardan bahsediniz. Hayallerde yaşayamıyorum. Bana masalsı aşklar, lüks hayatlar, rengârenk çiçekler lazım değil. Çünkü ben çocuk değilim ki. Dünya nüfusunun 4/5’i hayatta kalıyor, yaşamıyor ki. Bana kendime benzeyen şeyler lazım. Ya tek başınasındır, ya da yanında birileri olduğu halde yalnızsındır. Hayat acı bir sudur çoğu zaman. Susuzluğunu giderirsin ama içmekten zevk almazsın. Ölmemek için içersin, yaşamak için değil. Üstat bu durumu şu kısa satırlarında nasıl anlatmış bir bakın.
“Bilmezler yalnız yaşamayanlar Nasıl korku verir sessizlik insana İnsan nasıl konuşur kendisiyle Nasıl koşar aynalara, Bir cana hasret Bilmezler.”
Bilmezler üstadım, öğrenmek de istemezler. Senden bize o güzel yalın şiirlerin kaldı. Her gece senin şiirlerinle zihni temizleyip öyle uyumak lazım. Belki rüyalarımızda rakı şişesinde balık oluruz.
Hasan Sabbah'ın bu hale dönüşmesindeki etken Büyük Selçuklu devleti veziri Nizamülmülk'tür. Kendisi Hasan Sabbah'taki donanımı ve birikimi fark ettiği için onu Selçuklu sarayından kovdurmuştur.
Hasan Sabbah bunun üzerine geri çekilir taraftar toplar ve Elbruz Dağlarında Alamut kalesini inşa ettirir. Böylelikle hikaye başlar.
Buraya Sabbah'ın taraftarları çocuklarını onun hareketine katılması için gönderir. Ama hepsinin yeni yetme yaşlarda olması gerekmektedir. Bu gençlerin gerek öğretilerle gerekse haşhaşla gerçeklikten kopmaları ve sahte cennete kavuşma hayali ile her suikasti işlemeleri sağlanır.
Güzel bir kitaptı, sadece kurgu da olsa Sultan Melikşah'ın bir mücahit tarafından öldürülmesi aklımda kalmış. Bu çok abartı olmuş bana göre.
Kitabın baş karakteri Ibn-i Tahir'in yazgısı iyi kurgulanmış yazar tarafından. Bir de okuyacaklar Übeyde isimli fedaiye dikkat kesilsin güzel bir seanstı onun yaşadıkları da.
Anna'nın hikayesi çok acıklı, sevmediği aristokrat Karenin ile boğucu bir yaşantısı var. Kardeşini görmeye giderken her şey değişiyor birdenbire. Vronsky denen züppe bir subay peşine takılıyor Anna'nın. Olaylar şekillenmeye başlıyor.
Bir erkek olarak Anna'nın ruh halini anlayabildim. Yeniden kadın gibi hissetmek istiyordu kendini. Delice sevilmek istiyordu belki de heyecandan yanıp tutuşmak istiyordu. Aşk olaya dahil olunca mantık mekanı terk edermiş misali Anna kendi trajedisine yelken açmaktaydı.
Yalnız XY kromozomu taşıdığımdan olsa gerek kendimi bir ara Karenin'in yerine koydum. Eşimin başkasından çocuk yaptığını falan düşündüm. Çevrede onun kadar küçük düştüğümü vs. Dayanılmaz bir şey.
Tolstoy o dönemi ve o ruh hallerini çok iyi yansıtmış. Beğendiğim bir klasikti Anna Karenina.
Daha iyisi yazılana kadar dünyanın en iyi romanı..
Kitap Karamazov ailesine mercek tutuyor. Bu aile Fyodor Pavloviç (baba), Dmitri (büyük çocuk), Ivan (ortanca çocuk), Aleksey (küçük çocuk) ve Smerdyakov (gayrimeşru oğul+uşak) tarafından oluşuyor. Fyodor’un oğulları Dmitri farklı bir anneden, Aleksey ve Ivan ikinci anneden, Smerdyakov ise düşkün bir sokak kadınından gayrimeşru şekilde dünyaya gelenler. Ana hikaye bunlar üzerinden işliyor. Birçok yan karakter var ama en önemlilerini anlatacağım.
Baba Fyodor, zamanında zengin kadınlarla muhabbete girip bayağı ölçüde zenginleşmiş yoz bir adamdır. İçkisi, kumarı, hovardalığı çoktur. Huyu da Smerdyakov hariç diğer oğullarına taban tabana zıttır. Onlarla geçinemez. Özellikle büyük oğlu Dmitri ile. Düşman gibidirler çünkü bunun bir kadınla ilintisi vardır. İkisi de Gruşenka isimli bir kadına âşıktırlar ve onu elde etmek için uğraşırlar. Dmitri bir gün babasına el kaldırır bunun yüzünden. Kanlı bıçaklı olmuşlardır artık.
Aleksey kendini dine adamış, akıl hocası Zosima’nın sözünden çıkmayan bir gençtir. İlerde bir rahip olmak ve kendini manastıra adamak ister. İyi huylu, saf, yumuşak başlı birisidir. Kardeşlerini ve babasını sever. Ivan’la ayrı bir bağı vardır. Onunla felsefi ve dini muhabbetler ederler. Yani Aleksey (Alyoşa) bu hikâyenin en temiz kişisidir.
Ivan ise her olaya mantık çerçevesinde bakan, ateizmi benimsemiş. Neden sonuç ilişkisini, Tanrı inancını ve diğer sosyolojik olayları sorgulayan bir karakterdir. Çok düşünür, çok konuşur. Alyoşa ile muhabbetlerinde Tanrı neden böyle ya da şöyle diye argümanlar sıralar. Çok keskin bir zekâsı vardır. Duygusuz görünmesine karşın oldukça duygusaldır. Zaten romanın sonlarına doğru işler zıvanadan çıktığında en çok bu karakterin bölümleri etkiler bizi.
Dmitri fevri hareketleri olan, sert mizaçlı en büyük oğuldur. Duygularının esiri olmuştur adeta. Babasına alkolik olmak konusunda benzer. Kendisini sevip onunla evlenmek isteyen bir soylu kadını reddeder. Gruşenka’nın esiri olur. Onsuz bir hayat düşünemez. Romanın kilit adamıdır çünkü asıl hikâye Dmitri’nin yaptığı ya da yapmadığı bir olay üzerinden ilerleyecektir.
Smerdyakov, Fyodor’un gariban bir kadına tecavüz etmesi sebebiyle dünyaya gelmiş gayrimeşru oğludur. Sara hastasıdır, sinsi ve rezil düşünceleri olan birisidir. Hikâyeye doğrudan etkisi vardır özellikle Ivan’ı çok sever, düşüncelerini önemser.
Daha da yazmak isterdim aslında ama spoiler olsun istemiyorum. Mutlaka okunması gereken kitaplardan en önemlisi budur.
Çocukluğumdan hatırladığım bir kitaptır Oliver Twist. Çocuk yaşta okununca çok öğretici olabilir.
Kitapta öksüz ve yetim Oliver'in hayatını kurgulamış Dickens. Hayat onu öyle noktalara sürüklüyor ki, kendinizi onun yerine koyup sanki siz mücadele ediyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Fagin'in eline düşünce tam bir drama başlıyor. Onun elindeki diğer çocuklar, Nancy'nin nahif duruşu ve Oliver'le ilgilenişi, onun başına gelenler. Çok akıcıydı. 20 küsür yıl önce okuduğum halde aklımda kalmış.
Kitabın sonu ama çok güzel. Güzel sonlu kitaplardan. Bence her ebeveyn çocuğuna bu kitabı okutmalıdır.
Bu kitap eski şiirlerimden oluşuyor. Doğrusunu isterseniz eski bene ait bir kitap. Ham, karanlık ve depresif şiirler var içinde. Çünkü 2010'lu yıllarda çok yılgın bir adamdım. Neticede ilk kitabım olduğundan ayrı bir yeri vardır bende. Ama çok önerebileceğim bir eser değil.
Daha olgun şiirler için Ferfecir Şiirleri tercih edebilirsiniz. Ferfecir Şiirler
Bir somun ekmek çalmanın bedelini bir türlü ödeyemiyor Jean Valjean. Hayatını harcatıyorlar ona ama o rahip Bienvenu sayesinde içindeki şefkati keşfediyor. Javert'in amansız takibinden dolayı çok zorlansa da Coset'e duyduğu sevgi sayesinde her zorluğun üstesinden geliyor.
Sefiller klasik tanımını tamamen karşılayan bir eser. Büyük hırsızların zevki sefa alemlerinde har vurup harman savurduğu gerçeği geçmişte de böyleymiş. O zamanlarda da derebeyleri ve kral şakşakçıları parsayı götürür. Fakir halkın ise bir ekmek için yıllarını ellerinden alır ve onları korkuyla yaşamaya zorlarlar.
Yalnız Javert çok orijinal bir karakter. Kraldan çok kralcılık böyle bir şey işte.
Çürümüş dünyanın herkesi vasata alıştırdığı bir dönemde. İdealist ve kendine güvenli bir mimarın hayatını aktarmış Ayn Rand. Bu öyle bir dünyadır ki yeniliğe ve orijinalliğe yer yoktur. Herkes zamanında yapılmış diye eski stil binalar tasarlayıp onlara taparken Howard Roark bütün engellere rağmen kendi çizgisinde yürüyen bir mimardır. Onun şaşırtıcı hayatını kurgulamış Ayn Rand. Kendi ideolojisini okurlarına burada yavaş yavaş işlemiş.
Howard Roark net bir adamdır. Her şeyde nettir, tasarlayacağı binaların en ufak bir detayının bile değiştirilmesi onu çileden çıkaran bir etkendir. Aynı okulda okuduğu Peter Keeting gibi gösterişe, şatafata ve ilgiye muhtaç değildir. Sadece bir hayat yaşar ve duygularını göstermeyi sevmez. Öyle ki her reddedildiğinde yeniden işine sarılır.
Onu fark ettiklerinde yıldırmaya çalışırlar, herkes dört koldan onu çökertmek için elinden geleni yapar. Bu sırada aşık olur fırtınalı bir ilişkisi olur Dominique Francon ile. Dominique onu çok iyi anlar, bu dünyada bu karakterde olmaya devam ederse asla tutunamayacağını söyler ona. Hatta bazı işlerine o engel olur. Fakat Howard Roark bildiğinden şaşmayan kendi doğrularına harfiyen uyan bir adamdır.
Gerçekten de bu dünyanın basitliği övüp yücelttiğini, orijinal ve yaratıcı insanların hor görülüp değersizleştirildiğini. Alışılagelmiş düzenin aslında en büyük kaos olduğunu o kadar iyi anlatıyor ki kitap. 977 sayfa su gibi akıp gidiyor, öyle güzel bir romandır.
Bu kitabı okuduktan sonra 1949 yapımı filmini de izlemenizi tavsiye ederim. Mahkeme sahnesi çok vurucu çekilmiş.
Hayatın Kaynağı'nı sonra kolay kolay unutamayacaksınız. Gerçekten de toplumun aynasını bize göstermiş Ayn Rand.
Kitap 4 gamsız, işsiz güçsüz, ayyaş arkadaşı konu ediyor. 200 sayfa kadar kısa olsa okumazdım da bitirdim işte. Akıcılığı hiçbir şekilde yok kitabın akmıyor resmen.
Kinyas ve Kayra'yı da okumak istiyordum da bu kitaptan sonra umudum kalmadı. Hakan Günday'ın kalemi bana hitap etmiyor sanırım.
Bu kadar gerçeğe yakın romanlar hep etkilemiştir beni. Belki de sorun sadece biz erkeklerdedir. Yanlış kadını sevme huyumuzdandır her şey. Sadece çekici ve kadınlığını ön plana çıkaran kişilere hayran olmamızdandır. Prens de sıradan bir erkek gibi Nastasya'nın güzelliğinden büyülendi. Nastasya onu ne kadar reddedip parmağında oynatsa da hep onu sevdi. Bu yüzdendir ki hayatının aşkını kaybetti.
Özette anlatmadığım çoğu olay var tabi. Ippolit Terentyev'li bölümler büyük derinlik içeriyor mesela. Kitap 800 sayfa olsa da akıp gidiyor. Bu kitabın ana fikri budalalıktır tabi ki. Ama kahramanın hasta olması, kendini yetiştirmiş olmasına engel olmamıştır. Çok geniş bir birikimi vardır prensin. Bu bilgi birikim yine de yanlış karar vermesine mani olamamıştır. Kitabı bitirdiğinizde onun adına üzülürsünüz, Aglaya ile evlenseydi sonuçlar ne olurdu diye düşünürdünüz. Kötü sonlu kitaplar daha büyük duygu patlamalarına sebep oluyor. İsmiyle ana fikri bu kadar örtüşen o kadar fazla kitap yoktur sanıyorum.
Kendimi bulduğum karakter Parfen Rogojin idi. Belki onun kadar bir kadına ilgi duyduğumdan ve beni pervane etmeye çalışmasından. Bu karakter çok sabırlıydı bana kalırsa. Son ana dek Nastasya'nın onu sevebileceğini düşündü hep. Evlilik töreninden Nastasya'nın istemesiyle onu kaçırdığında belki de dünyanın en mutlu adamı olmuştu. Nastasya'yı eve götürdüğünde neler olduğunu anlatmamış Dostoyevski ama anlamak çok da zor değil. Karakteri oturmamış biriyle kadın veya erkek, çileden çıkarsınız illa ki. Çileden çıkmak demek cinayet işlemek demek değil. Ama demek ki son kuşu da kaçırmış avucundan Parfen. Umarım kimse bir kadını onu öldürecek kadar çok sevmez..
Birkaç kez daha okumaya karar verdim bu klasiği. Ben de müthiş duygular uyandırdığı kesin..