İstanbul’un sabahı, sisli ve ağır bir nefes gibi uzanıyordu Boğaz’ın üzerinde. Hava, denizden gelen nemli bir soğuklukla ciltte hafif bir ürperti bırakıyordu. Mehmet, Galata’nın taş basamaklarında yürüyordu, her adımı geçmişle kurduğu sessiz diyalogun bir dizesi gibiydi. Ayakkabılarının taşa vuruşu, sokakların derin sessizliğini kırıyor, sanki zamanın kendisine sesleniyordu. Gözleri, geçmişin bir köşesine takılı kalmıştı. Zeynep. Adını bile düşünmek, kalbinde bir yangın açıyordu. Bir yangın ki, sönmek yerine yıllar içinde daha da körüklenmişti.
Zeynep, bir bahar sabahı gibi gelmişti hayatıma, dedi kendi kendine, durup bir an nefesini tutarak. O ilk karşılaşma, hâlâ gözlerinin önünde canlanıyordu. Üniversitenin avlusunda, çiçek açmış akasya ağaçlarının altında, rüzgâr saçlarını savurmuştu. Güneş, gözlerinde altın rengi ışıltılar yakmıştı. O an, dünya sanki dönmeyi bırakmıştı. Sadece o vardı. Gülüşü, sessiz bir melodi gibi kalbinde çalmıştı. Konuşmaları, uzun uzun gecelere kadar sürmüş, saatler onlara yetmemişti. Çaylarını içtikleri bank, Boğaz’ın huzuruna bakan o küçük, paslanmış demir bank, hâlâ oradaydı belki de. Ama onlar artık yoktu.
Yıllar geçmişti. Mehmet, aynı şehirde, ama farklı bir hayat kurmuştu. İşleri iyi gidiyordu, dostları vardı, hatta bir nişanlısından bahsediliyordu. Ama her sabah, özellikle de sisli sabahlar, Boğaz’a bakarken, içinde bir boşluk açılıyordu. O boşluğu dolduran bir şey yoktu. Sadece anılar. Zeynep’in sesi, kokusu, dokunuşu… Hepsi hâlâ oradaydı, sanki bir rüyada tıkanmış gibi.
Akşam, Boğaz’ın sularına geceyi indirirken, Mehmet son kez döndü geriye. Ardı sıra bıraktığı sokaklar, artık geçmişin gölgeleriyle doluydu. Ne kadar yürüse de, kalbindeki bir cümle hep aynı yerde duruyordu:
“Bazı aşklar, bir ömür sürmez belki... ama bir ömrü sürükler.”
Ceketinin iç cebindeki fotoğrafı usulca cebine koydu. Adımları ağır, ama içi artık kabullenmişti. Zeynep bir hatıra değil, bir şiirdi. Bir daha yazılamayacak kadar eşsiz, ama hep içinde çınlayacak kadar gerçek bir şiir.
O gece, İstanbul’da rüzgar biraz daha serin esti. Martılar sustu. Feribotlar, Boğaz’ın karanlık suyunu yararak kayboldu.
Mehmet ise yürümeye devam etti. Çünkü bazı hikâyelerin sonu yoktu. Sadece suskun bir noktayla, sonsuzluğa karışırdı.
Ve belki de, en güzel vedalar, hiç söylenmemiş olanlardı.