Saat 02:40… Bir solukta okuyup gecenin bu saatinde bitirdiğim bir kitap. Sıcağı sıcağına yazmak istedim duygularımı. Boğazımda kocaman bir yumruyla kapattım son sayfayı, itiraf ediyorum… Ah Fidan!
Oldukça etkileyici bir romandı. Belki de gerçek bir hikayeden ilham alınarak yazılmış olması, yaşanan her şeyin daha da içime işlemesine neden oldu. Sinan Akyüz’ün tüm kitaplarını okumuş bir okur olarak yine şaşırtmadığını, yine kalemiyle içime dokunduğunu söylemeliyim.
Kısacası, çok beğendim. Uzun süre etkisinden çıkamayacağım bir hikaye oldu.
Feraye, daha çocuk yaşta evlendirilmiş, kadın kimliğine zorla itilmiş bir kız çocuğu. Hayatını başkalarının kurallarıyla yaşamak zorunda kalmış biri… Ama zamanla içinde başka bir kadın doğuyor,Şahika. Sessizliğe haykıran, direnç gösteren tarafı…
Sinan Akyüz, gerçekliğin kalbine dokunan bir dille anlatıyor bu hikayeyi. Ferayeyi okurken onunla birlikte yutkunuyorsun, ağlıyorsun, öfkeleniyorsun. Töreye, susturulmuşluğa, kabullenmeye karşı sessiz ama güçlü bir isyan var bu kitapta.
Her kadının içinde bir Feraye, her Feraye’nin içinde bir Şahika olabilir. İşte bu yüzden bu roman sadece bir kurgu değil,bir hakikat aynası.
Sinan Akyüz’ün yine bende iz bırakan kitaplarından..
Romanın merkezinde, adeta hayata ve kendine yabancılaşmış bir kadın karakter varr. Onun hikayesini okurken kendi iç hesaplaşmalarımla yüzleştim. Kaybettiklerimi, vedaları, yarım kalmış cümleleri düşündüm. Ve en çok da aşkı… Hani sadece sevmek değil mesele, bazen aşkın içinde kendini bulmak ya da kaybetmek.
Kitabın dili akıcı, sürükleyici. Ama beni asıl çeken, duyguların samimiyetiydi. Hiç süslenmemiş, olduğu gibi. Bazı sayfalarda gözüm doldu, bazı sayfalarda sustum, kendi içime döndüm. Yazarın insan psikolojisine olan hakimiyeti, metni sıradan bir aşk romanının çok ötesine taşıyor.
En etkilendiğim kitaplar arasında ilk on sıralamasında yer alan kitaplardan..
Bu kitabı okurken içim defalarca burkuldu. Piruze’nin yaşadıkları öyle derin, öyle gerçekti ki zaman zaman kendimi onun yerinde düşündüm. Aşkla başlayan bir hikayenin, ne kadar ağır bir hayalkırıklığına ve esarete dönüşebileceğini gördüm bu sayfalarda. Bir kadının hem eş hem anne olarak ne büyük acılarla baş etmek zorunda kaldığını, kendi ülkende bile bazen ne kadar çaresiz hissedilebileceğini anlatıyor.
Sinan Akyüz’ün dili çok akıcı, okurken sanki biri oturmuş da bana başından geçenleri anlatıyormuş gibi hissettim. Kitabı elimden bırakamadım. Zaten hikayenin gerçek bir olaydan ilhamla yazıldığını bilmek, yaşananların etkisini daha da artırıyor.
Benim için sadece bir roman değil, bir annenin, bir kadının, bir insanın var olma mücadelesiydi bu. Ve son sayfayı kapattığımda içimde hem bir burukluk, hem de büyük bir saygı kaldı.
Sinan Akyüz’ün yine beni Bosna’ya götürdüğü kitaplardan biri. Tarihin acımasız sayfalarından birine… 1990’ların başında Bosna’da yaşanan insanlık suçu, kitabın satırlarında bir kadının gözünden anlatılıyor.. Aida. O sadece bir karakter değil,anneliğin, direnişin, kırılmış onurun ve hala dimdik ayakta kalmanın sembolü.
Kitapta aşk var ama romantik bir serap değil bu aşk..Yarım kalmış, yağmur altında ıslanmış, zamanla sınanmış bir aşk. Aynı zamanda hayatta kalmaya çalışan bir kadının, tüm zorluklara rağmen içindeki umudu kaybetmeme çabası var.
Kitabı okurken insanın boğazında bir yumruyla ilerlediği ama sonunda insanlığa dair bir inancı içinde yeşerten bir kitap.
Bu kitabı okurken defalarca durup derin nefes aldım. Çünkü sayfalarda sadece bir hikaye değil, bir insanın bütün hayatına yayılan acılar vardı. Meyra, bana göre bir romandan çok daha fazlasıydı. Gerçek bir savaşın, gerçek bir kadının gözünden anlatıldığı, insanın içini titreten bir itiraf gibi.
Meyra’nın yaşadıkları, öyle uzakta bir coğrafyada, yabancı insanların başına gelmiş gibi değil.. sanki yanı başımda yaşanmış gibiydi. Annesiyle vedalaşmadan kaçışı, sığındığı yerlerde bile huzuru bulamayışı, korkuları, suskunlukları, direnişi… O kadar dokundu ki bana, sanki onunla birlikte ben de yaşlandım sayfalarda.
Kitap boyunca zaman zaman kendimi çaresiz, öfkeli, hatta suçlu hissettim. Bu kadar acının karşısında sessiz kalmak, unutmak, hiçbir şey olmamış gibi yaşamak… Meyra’nın gözünden dünyaya bakmak beni utandırdı diyebilirim.
Sinan Akyüz’ün dili sade ama yürek burkan. Olayları abartmadan ama yüzümüzü çevirme şansı da vermeden anlatıyor. Okurken çoğu zaman boğazım düğümlendi. Özellikle kadınların yaşadığı şiddeti ve sistemli istismarı okumak çok zorlayıcıydı. Ama bir o kadar da gerekliydi. Gerçekle yüzleşmeden iyileşmek mümkün değil, sanırım bunu en çok bu kitapta hissettim.
Şunu söyleyebilirim,Bu kitap herkese göre değil. Ağır, karanlık, can yakıcı. Ama ben böyle hikayelerin okunması gerektiğine inanıyorum. Çünkü her acı anlatılmasa da, anlatılmayı hak eder. Meyra, hem bir kadının sesi hem de bir halkın çığlığı gibi yankılanıyor içimde.
Okumayı düşünenlere tavsiyem, Hazırlıklı olun. Bu bir solukta okunacak türden bir kitap değil. Sayfalar ağır geliyor ama orada kalmaya değer. Çünkü her satırda insan olmanın yükü var.
Sinan Akyüz’ün İncir Kuşları kitabını okurken kalbim gerçekten sıkıştı diyebilirim. Bosna Savaşı sırasında yaşanan insanlık dışı olayları, özellikle kadınların maruz kaldığı zulmü anlatıyor. Ama bunu öyle kuru kuru yapmıyor,Zlata’nın hayatı üzerinden, duygulara dokunarak anlatıyor. Zlata, savaşta her şeyini kaybeden ama yine de ayakta kalmaya çalışan bir kadın. Onun yaşadıkları, sadece onun değil, binlerce kadının sessiz çığlığı gibi. Kitabı okurken yer yer gözlerim doldu, yer yer öfkelendim.
Yazarın dili sade ama vurucu. Sanki Zlata yanımda oturmuş da bana başından geçenleri anlatıyor gibiydi. Bu kitap sadece bir roman değil bence.. vicdanla, insanlıkla yüzleşme fırsatı da sunuyor. Okuduktan sonra bir süre hiçbir şey düşünmek istemedim. Çünkü bazı acılar o kadar gerçek ve ağır ki, kelimeler yetmiyor. İncir Kuşları, kolay okunuyor ama asla kolay unutulmuyor.
Şam'a gelin giden Piruze'nin gerçek bir yaşam öyküsü. Babasının diplomat kimliği sebebiyle sürekli ülke değiştiren bir aileye sahip Piruze. En son Suriye'nin Şam şehrine tayini çıkıyor babasının. Piruze burada gönlünü yakışıklı ve çok da romantik olan Wassim'e kaptırıyor. Güzel sözler ve şiirleri Piruze'nin aklını başından alıyor âdeta. Ailesinin karşı çıkmasına rağmen Wassim ile evleniyor, üç tane de erkek çoğu oluyor. Ve bu masalsı rüya bir anda kâbusa dönüşüyor. Kıskançlıklar, şiddet, aldatmanın ardı arkası kesilmiyor.
Gerçek hikaye olması kitabı okurken daha bir sarıp sarmalıyor okuyucuyu. Aşk, evlilik, aile hasreti, vatan özlemi, kaçış, kaçamayış, hüsran, yeniden kaçmaya çabalayış.. ve sonunda çocuklarını geride bırakan gözü yaşlı bir kadının çaresizliğine dertlenirken buluyorsunuz kendinizi. Çocukları geride kalan bir annenin tesadüflerle, yıllar sonra evlatlarına kavuşma anına tanıklık ediyorsunuz. Bu kitabın devamı da var fakat ben henüz okumadım.
Bazı sahneleri gerçekten de yürek dağlayan cinstendi. Okuyalı dört yıl kadar oldu sanırım. Aklımda kalan kadarıyla su gibi akıp giden bir anlatıma sahipti.