Sándor Márai 1900’de dönemin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ’nda, bugünkü Slovakya’da doğdu. 1928’e kadar çeşitli Avrupa şehirlerinde gazeteci olarak çalıştı. Kafka hakkında yazan ilk eleştirmenlerdendir. 1928’de Budapeşte ’ye döndü. Ancak önce faşist rejimle, sonra da komünist rejimle uzlaşamadığı için 1948’de Macaristan’ı terk ederek ABD’ye yerleşti. Karısının ölümünün ardından 1989’da intihar edene kadar da bu ülkede yaşayıp Macarca yazmaya devam etti. Elliden fazla roman kaleme almıştır. Bunların çoğu ölümünden sonra belli başlı Avrupa dillerine çevrildi ve ona 1990’da Macaristan’ın en saygın ödülü olan Kossath ödülünü kazandırdı.
...aynı özlem,aynı arayış içindeki umut,aynı umutsuz,hazin istek.Çünkü daima 'ötekini' severiz,daima onu ararız,hayatın bütün koşullarında ve değişikliklerinde...Bunu biliyormusun?Hayatın en büyük sırrı ve en büyük hediyesi,'aynı türde'iki insanın karşılaşmasıdır.
İnsan katlanmak zorundadır, işin bütün sırrı budur. Kendi karakterine, kendi tabiatına katlanmak zorundadır. Çünkü ne tecrübe ne de kendi eksikliklerine, şahsi menfaatlerine ve açgözlülüğüne dair içgörü hiçbir şey değiştirir. Arzularımızın dünyada tam bir yankısı olmayışına katlanmak zorundayız. Sevdiklerimizin bizi sevmemesine ya da umduğumuz gibi sevmemesine katlanmak zorundayız. İnsan ihanete, sadakatsizliğe katlanmak zorunda ve son olarak ki bütün görevlerin en zoru birisinin karakter ya da zeka yönünden kendisinden üstün olmasına da katlanmak zorunda.
Olduğundan farklı olma arzusu. Bu bir insanın kaderden yiyebileceği en büyük silledir. Olduğundan farklı olma arzusu: Kalpte yanan hiçbir arzu daha acı verici olamaz. Çünkü insan hayatı ancak kendi kendisi ve dünya için taşıdığı anlamla uzlaşarak katlanabilir.
Tutkunun özünü mantık teşkil etmez. Ötekinin ne verdiği tutkunun hiç umrunda değildir, o kendini bütünüyle ifade etmek, bütünüyle yaşamak ister; karşılığı yalnızca tatlı duygular, nezaket, dostluk ya da sabır olsa bile.
... kalbin de kendi gecesi ve kurdun ya da geyiğin avlanma içgüdüsü kadar vahşi kendi kıpırtıları vardır. Rüya, arzu, kibir, bencillik, aşk deliliği, kıskançlık ve intikam hırsı insanın gecesinde, tıpkı çöl gecesindeki puma, akbaba ve çakal gibi pusuya yatmıştır.
İnsan önemli soruları sonunda daima bütün hayatıyla cevaplar. O esnada ne söylediğinin, hangi sözler ve prensiplerle kendini savunduğunun bir önemi var mı? Sonunda, en sonunda insan dünyanın ona öylesine inatla sorduğu soruları hayatının gerçekleriyle cevaplar. Sorular şöyledir: Sen kimsin? Gerçekten ne istiyordun? Gerçekten ne yapabiliyorsun? Nerede sadıktın, nerede sadakatsiz? Nerede cesurdun, nerede korkak? Sorular bu şekildedir. Ve insan elinden geldiğince cevaplar, doğru ya da yalan söyleyerek ama bu kadar önemli değil. Önemli olan, sonunda bütün hayatıyla cevap vermesidir.
Olgular konuşur; hani derler ya: Hayatın sonuna doğru olgular itiraflarını, işkence sandalyesindeki sanıklardan daha yüksek sesle haykırır. Sonunda her şey yaşanıp biter, ortada yanlış anlaşılacak bir şey yoktur. Fakat kimi zaman olgular yalnızca sonuçların zavallı tezahürleridir. İnsan yaptığıyla değil, bu yaptığının arkasındaki amaçla kendini suçlu hale getirir. Her şey amaçta saklıdır.
"Viyana"diyor. Benim için dünyanın diyapazonuydu. Bu kelimeyi -Viyana'yı- telaffuz etmek, bir diyapazona vurup o sırada konuştuğum kişinin bu sesi nasıl duyduğuna kulak vermek gibiydi. İnsanları bununla sınıyordum. Çünkü Viyana sadece bir şehir değil, aynı zamanda kişinin ya sonsuza dek ruhunda taşıdığı ya da hiçbir zaman taşımadığı bir sesti.
Bu kitap bana “zamana direnen duygular”ı hatırlattı. Kırk bir yıl… Düşünüyorum, bir insan kırk bir yıl boyunca bir başka insanı, bir sözü, bir anıyı, hatta belki bir ihaneti unutmadan yaşar mı? General yaşamış. Ve o bekleyişin, o sessizliğin, o gururun altında ne kadar büyük bir yalnızlık yattığını okudukça hissettim. İki eski dostun kırk bir yıl sonra karşılaşması… ama aslında bu, iki kalbin birbirine söyleyemediği her şeyin hikayesi. Henrik’in içinde taşıdığı o sitemi, o gururu, o kırgınlığı hissettim. Bazen konuş artık dedim, bazen susmak belki de daha doğru diye düşündüm. Bazı ilişkiler bitmez, sadece sessizce tükenir sanırım.. “İnsan önemli soruları sonunda daima bütün hayatıyla cevaplar.” Bu cümleyi unutmam sanırım. Çünkü bazen kelimelerle değil, hayatımızla veriyoruz cevabı.
İşin Aslı , Judit ve Sonrası ‘ aşkı, evliliği ve toplumsal sınıf farklarını, aynı olayın üç farklı bakış açısından anlatan çarpıcı bir roman. Her bölümde bir başka karakterin gözünden, görünüşte sıradan ama derinlikli bir hikâyenin iç yüzü ortaya konuyor.
İlk bölümde, Ilona’nın perspektifinden dışarıdan kusursuz görünen bir evliliğin içindeki sessiz çatışmalar ve duygusal eksiklikler işleniyor. Okur, ev içindeki görünmeyen çatlakları, Ilona’nın iç sesiyle keşfediyor.
İkinci bölümde, Peter aracılığıyla burjuva hayatının tekdüzeliği ve bireysel sıkışmışlık duygusu aktarılıyor. Peter, kimlik arayışı, özgürlük ihtiyacı ve toplumsal roller üzerine sorgulamalarla romanın felsefi katmanını temsil ediyor.
Son bölümdeyse Judit’in dünyasına adım atıyoruz. Yoksulluktan zenginliğe geçişin yarattığı içsel boşluk, geçmişle hesaplaşma ve toplumsal beklentilerle mücadele temaları öne çıkıyor. Savaşın ruhunda açtığı yaralarla, Judit hem kendini hem de hayata olan inancını yeniden tanımlamaya çalışıyor.
Roman, kadın ya da erkek fark etmeksizin okura, karakterlerden birinde kendini bulma fırsatı sunuyor.