bu şehir... gecelerini bana zimmetlemiş bir harita her sokak lambasında yüzün var, her yağmur damlasında sesin. tramvay raylarına sinmiş bir ayrılık, otobüs duraklarında bekleyen gölgeler… ben seni aradıkça şehrin bütün yolları aynı çıkmaza bağlanıyor.
II. Kadın
bir kadın gittiğinde, ardında kokusu kalır önce sonra bir mendil, bir defter, bir kitap, ve erkeğin içine işleyen sinsi bir boşluk... kadın yoksa: erkek yarım kalır, şehir yetim kalır, gece karanlık olur.
III. Aşk
aşk bazen bir pusu gibidir, karanlık sokakta aniden karşına çıkar. aşk bazen bir ihanet gibidir, en güvendiğin yerde sırtını yaralar. ama aşk dediğin şey, en çok da bir mecburiyettir: unutamazsın, kaçamazsın, çünkü kalbin bir kere imza attı mı hiçbir mahkeme o sözleşmeyi feshedemez.
IV. Erkek
erkek dediğin, çoğu zaman suskunluğunda boğulur. geceleri sigarasına konuşur, gündüzleri kalabalığa susar. ama ne yapsa, gözünün önünde hep aynı satır yanar: “ben sana mecburum...” çünkü mecburiyet, bir duygunun adı değil, bir kaderin adıdır.
V. Son
şimdi bil ki kadın, ben senden gitmedim, sen benden kaçtın. ama bu kaçış ikimize de kurtuluş olmadı. çünkü aşk, bir kere kanına karıştı mı yaşamak dediğin şeyin tam ortasında kalır. ve işte yine söylüyorum: ben sana mecburum... çünkü sensiz olmak, bu şehirde yaşamamak demek.
Bir gün, bütün ezanlar aynı anda susturulacak, bütün çocuklar aynı anda yetim bırakılacak. Ben biliyorum. Çünkü bu toprak, daha önce de ihanete uğradı kendi kardeşleri ve bütün dünya tarafından.
Her sokakta, unutturulmak için yükselmiş sessizlik kuleleri var. Ve o kulelerin gölgesinde, göğe bakan çocuk gözleri… Adı kayıtlarda yok, ama çığlığı hâlâ duvarlarda yankılanıyor.
Ben yürüdüm, yürüdüm Gazze’nin yanan sokaklarında. Kömürleşmiş bir duvarın üstüne yazılmıştı: “Vatan, ölümü göze alabilenlerin mirasıdır.” Yanına bir çocuk, parmağıyla kanını sürmüş: “Ve ölümü çoktan tüketenlerin.”
İnsanlar ekranlarda alkış tutarken bir annenin kalbi paramparça oluyordu. Birleşmiş Milletler kürsüsünde sözler uçuşurken bir baba, oğlunun defterini kefen yapıyordu. Kimse görmedi. Çünkü görmek, ekran icadından önceki bir yetenekti.
Ben soruyorum: Ne zaman kaybettik ellerimizin duasını? Ne zaman, suyun kıyısında susuz kalmayı öğrendik? Hangi şairin defteri yakıldı da dilimizdeki bütün kelimeler, uçakların gölgesine satıldı?
Şimdi, bir şehir yanıyor içimde. Bir yangın ki, külleri bile zehirli. Ve biz, kendi çocuklarımızı bile mezarsız bırakıyoruz.
Bir gün, hepimiz birer harf gibi düşeceğiz yere. Ama o gün geldiğinde çocuklar toprağı öpecek. Çünkü bizden geriye kalan tek şey, yeryüzüne kazınmış bir direniş duası olacak.
Gazze, adını söyleyen herkesin dilinde kan tadı bırakıyor. Gazze, dünyanın vicdanında açılmış en kara yara. Ve biz, bu yarayı her gün yeniden kanatıyoruz.
Ama bilinsin: Her bomba bir tohum gibi düşüyor toprağa. Her yıkıntının altında yeni bir hayat filizleniyor. Her şehit, göğe açılmış bir dua gibi gökyüzünü ağırlaştırıyor.
Ben biliyorum. Bir gün, bütün çocuklar yeniden gülecek. Bir gün, külleri bile temiz olacak bu toprağın. Ve o gün geldiğinde, bütün dünya diz çökecek Gazze’nin önünde, çünkü o gün, insanlık yeniden doğacak küllerin arasından.