Babam omuzlarında tonlarca geçmiş taşıyan bir Atlas’tı. Şimdi, o aramızdan ayrılınca, tüm o geçmişin çatırdayarak üzerime usulca yıkıldığını, beni tüm öğle sonralarının arasına gömdüğünü hissediyorum. Çocukluğun sessizce yıkılıp dağılan öğle sonraları. Ve yardım için çağıracağım kimsem yok.
Şimdi aralık bahçesinde yürüyorum ve ilk terk edilmişlik izlerinin belirmeye başladığını fark ediyorum. Çam ağacının iğneleri verandada yuvarlanıyor, köşede birtakım eski yapraklar çürüyor (o buna asla izin vermezdi). Evsiz yaşayamayan sadece insanlar değildir, evler de insanları olmadan yaşayamaz.
Bu ataerkil enlemlerde derler ki, çocuklar ağlıyorsa korkacak bir şey yoktur, ama yetişkinler ağlıyorsa -o zaman vardır. Ya aynı anda hem çocuk hem yetişkinsen ve babanın ölmekte olduğunu daha yeni öğrenmişsen…
Ben bir taşralı tecessüsüyle sürüklendiğim o gürültülü dünyadan, kitapların asude inzivasına iltica ettim. Kitap bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım. Ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. Kitap benim has bahçemdi.
Bir insan olarak gelişmeyi ve öğrenmeyi gerçekten istiyorsan, evrenin seni, ‘kayıp’ adı verilen lisansüstü hayat programına kaydetmiş olduğunun farkına varmalısın.
Bizler pasta gibiyiz: anne babamıza bir parça veririz, sevdiklerimize, çocuklarımıza, kariyerimize birer parça… Hayatın sonunda bazıları, kendilerine bir parça ayırmamış olur -kendilerinin neli pasta olduğunu bile bilmezler üstelik.
O zamanlar içimdeki çocuk daha özgür, daha cesurdu. Dünya bu kadar soğuk değildi. Herkes yüreğiyle gülerdi birbirine. İnsan sesinden medet umulurdu. Eşyalar bir salgın hastalığa dönmemişti. Paylaşarak büyütürdü insanlar bir hazzı; paylaşarak yenerlerdi yalnızlığı. Kimse geri çekilerek tartmazdı ağırlığını. Her şeyi duyguların düzene koyduğu yaşlardaydım.
Ayrılık ne biliyor musun? Ne araya yolların girmesi, ne kapanan kapılar, ne yıldız kayması gecede, ne de turna katarı gökte… İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık. Türküsünü söyleyecek kimsesi kalmamak ayrılık.
Kırk iki köprüden geçtim bugüne dek, ne altında bir ince su, ne üstünde gökkuşağı. Soluğum yalnızlık, gövdem küf kokuyordu. Sonra esirgediklerine bir özür, bir bağış gibi dünya seni kattı ömrüme. Yalnız gözleri değil, hücreleri görmeye başlayan bir körün sevinciydi yaşadığım. …ağzın bulutların ülkesiydi. Gövdene bakıp bakıp ‘iyilik bu’ diyordum. Yitiklerimin de kazançlarımın da adı oldun bir gülüşlük vakitte.
Duygularımın tonunu, sesimin rengini, gülüşümün akışını ve gövdemin devinimini hesaplamaktan; içimdeki suların yatağını değiştirmekten ve sonu hep başkalarında biten yollara sürülmekten, kedileri, serçeleri, ve çiçekleri bile suçlar olmuştum.
Herkesi babama benzetirdim. Ya da hiç kimse babama benzemezdi. Evimizde yapraklanan bir çınar ağacıydı. Gölgesi yazın serinlik, kışın sıcaklık verirdi. Yanımda olduğu zamanlar iki kat yaşardım. Bir gün gelmeyiverdi. Ben inanmadım. Sonraki günler de gelmedi. Ben bir çınarın her yaprağından defalarca düştüm.
Günlerin onca darlığı içinde genişlik duygusunu kırlangıçlar öğrettiyse, uzakların tohumunu trenler attı içimize. Bizim dışımızda tüm dünya raylardaydı.
Nasıl bir uzaklıktan geleceksin bilemiyorum. Işıklı bir korunak arayacağım sesinin kıvrımlarında. ‘Gelmen iyiliktir’ diyeceğim. Ellerimi geçmişe mi geleceğe mi koyacağımı şaşıracağım.
Seni hiçbir dünya telaşına değişmedim ben. Evlerin ve kalabalığın ağırlığını sana üstün tutmadım. Yoksulluğun acısından hafif bilmedim acını… Nereye gidersem gideyim seni yürüdüm hep. Sevincini bir barış, bir bayram sabahı gibi taşıdım içimde.
Girdiğinde kapıyı yavaşça aç, çıktığında ise kapıyı yavaşça kapat. Bu dünya öyle bir yer ki haktan ibarettir. Canlı cansız, dilli dilsiz herkesin bir hakkı vardır. Kapıyı hoyratça çarpıp gidersen kapı senden hakkını, seni kendisine tekrar muhtaç ederek alır.
Sınav sistemi ona anlatıldığında çok şaşırmıştı; doğal öğrenme isteğini, bu bilgiyle doldurulma ve istendiğinde geri kusma dizisinden daha fazla engelleyebilecek bir şey düşünemiyordu.
Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Ama gerçekliğin, rahatlık ve mutlulukta görmediğim, acıda gördüğüm gerçekliğin, acının gerçekliğinin acı olmadığına inanıyorum. Eğer içinden geçebilirsen. Eğer sonuna kadar ona dayanabilirsen.
İnsan böyle bir şey. Nerede, hangi yaşta olursa olsun, kabuğunu kırıp içine baksan içi cılk yara. Yarasız, dertsiz, sırsız insan yok da, işte kimisi üstünü iyi örtüyor. Ben de örttüm.
Allah, ‘Ey iman edenler, iman edin!’ ayetiyle insanı akletmeye çağırıyor. Yaratan’ı akletmek, gözün haddine değildir, hele aklın haddine hiç değildir. İnsan, gönlüyle akleder. Bu yağmur sanatkârını düşündürtmüyorsa, acizliğini, muhtaç oluşunu kabul ettirmiyorsa, o yağmur bir tufan olur, boğar, helak eder insanı.
Esmer yüzündeki ter damlaları yıldızlar gibi ışıldıyordu. Gülümsemeye çalışsa da çektiği acı yüzünde kara bulutlar gibiydi. Oysa ben annemi beyaz bir bulut gibi görmek isterdim.
-Ne düşündüğümü söylememi ister misin? -Söyle. -Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük. -Gören körler mi? -Gördüğü halde görmeyen körler.
-Hiçbir şeyi kendimize kader yapmaya hakkımız yoktur. Hayat o kadar geniş ve insan o kadar büyük meseleler içinde ki… Onu kavramak için düşüncelerimizde ve hayatımızda hür olmalıyız. Sonra da ağır bir sesle: -Mesuliyetini taşıyacağın fikrin adamı ol! Onu kendi uzviyetinde bir ağaç gibi yetiştir. Onun etrafında bir bahçıvan gibi sabırlı ve dikkatli çalış!
Yolun büyüğü, küçüğü yoktur. Bizim yürüyüşümüz ve adımlarımız vardır. Fatih, yirmi bir yaşında İstanbul’u fethetmiş. Descartes da yirmi dört yaşında felsefesini yapar. İstanbul bir kere fethedilir. Usul Üzerinde Konuşma da bir kere yazılır. Fakat dünyada milyonlarca yirmi bir, yirmi dört yaşında insan vardır. Fatih veya Descartes değiller diye, ölsünler mi? Kesif yaşasınlar yeter. Yani büyük yollar dediğiniz şeyin büyüklüğü bizim içimizdedir.