Kırk iki köprüden geçtim bugüne dek, ne altında bir ince su, ne üstünde gökkuşağı. Soluğum yalnızlık, gövdem küf kokuyordu. Sonra esirgediklerine bir özür, bir bağış gibi dünya seni kattı ömrüme. Yalnız gözleri değil, hücreleri görmeye başlayan bir körün sevinciydi yaşadığım. …ağzın bulutların ülkesiydi. Gövdene bakıp bakıp ‘iyilik bu’ diyordum. Yitiklerimin de kazançlarımın da adı oldun bir gülüşlük vakitte.
Toprakları eğitimle gübrelenmemiş bir kalpten önyargıları söküp atmak, herkes bilir, çok zordur; orada taşlar arasındaki yabani otlar kadar sağlam büyürler.
İşte insan doğasının kusuru -en parlak yıldızların üzerinde bile lekeler vardır; Miss Scatherd’ınki gibi gözler ise sadece bu küçücük lekeleri görür ama yerküreyi kaplayan parlaklığa karşı kördür.
Sözler değil, davranışlar kuralları belirler. … Sözlerimizle davranışlarımız birbirini tutarsa çocuklar sözlerimizi ciddiye alır ve kuralı anlarlar. Sözlerimizle davranışlarımız birbirini tutmazsa çocuklar dediklerimizi duymazdan gelir ve bildiklerini okurlar.
Hayatta ne kadar dürüst olursan ol, insanların ancak kendi gerçekliklerine en yakın olan şeyleri görebildiğini Nora artık anlamıştı. Thoreau'nun dediği gibi: "Neye baktığın değil, ne gördüğün önemlidir.”
İnsan en nihayetinde sınırları olan, her şeyi genelleyen, otomatik pilotta yaşayan, zihnindeki dolambaçlı yolları düzleştiren bir yaratıktı ve tabii ki bu yüzden sürekli kaybolup duruyordu.
“Benim en sevdiğim taş, kaledir,” dedi sonra. “Ona dikkat etmen gerektiğini düşünmezsin. Dürüst bir taştır. Gözünü vezirin, atın, filin üstünde tutarsın çünkü onlar içten pazarlıklıdır. Ama çoğu zaman kaleye yenilirsin. Dürüstlük her zaman bizim zannettiğimiz gibi bir şey değildir.”
… öyle mutlu görünüyorlar ki onlara değil, bu işi onlar gibi yapamadığınız için kendinize kızgınsınız. Oldu mu hiç? Yoksa bu labirentte kalan bir tek ben miyim?
Babam omuzlarında tonlarca geçmiş taşıyan bir Atlas’tı. Şimdi, o aramızdan ayrılınca, tüm o geçmişin çatırdayarak üzerime usulca yıkıldığını, beni tüm öğle sonralarının arasına gömdüğünü hissediyorum. Çocukluğun sessizce yıkılıp dağılan öğle sonraları. Ve yardım için çağıracağım kimsem yok.
Şimdi aralık bahçesinde yürüyorum ve ilk terk edilmişlik izlerinin belirmeye başladığını fark ediyorum. Çam ağacının iğneleri verandada yuvarlanıyor, köşede birtakım eski yapraklar çürüyor (o buna asla izin vermezdi). Evsiz yaşayamayan sadece insanlar değildir, evler de insanları olmadan yaşayamaz.
Bu ataerkil enlemlerde derler ki, çocuklar ağlıyorsa korkacak bir şey yoktur, ama yetişkinler ağlıyorsa -o zaman vardır. Ya aynı anda hem çocuk hem yetişkinsen ve babanın ölmekte olduğunu daha yeni öğrenmişsen…
Ben bir taşralı tecessüsüyle sürüklendiğim o gürültülü dünyadan, kitapların asude inzivasına iltica ettim. Kitap bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım. Ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. Kitap benim has bahçemdi.
Bir insan olarak gelişmeyi ve öğrenmeyi gerçekten istiyorsan, evrenin seni, ‘kayıp’ adı verilen lisansüstü hayat programına kaydetmiş olduğunun farkına varmalısın.
Bizler pasta gibiyiz: anne babamıza bir parça veririz, sevdiklerimize, çocuklarımıza, kariyerimize birer parça… Hayatın sonunda bazıları, kendilerine bir parça ayırmamış olur -kendilerinin neli pasta olduğunu bile bilmezler üstelik.
Mustafa Kutlu kaleminden yine tadı damakta kalan üç öykü. Üçü de yaşanmış veya yaşanması muhtemel, fazlasıyla bizden. İnsanın içini hem ısıtan hem de üşüten türden.
Yazarın birçok kitabını okumuş biri olarak bu kitabında daha samimi bir dil kullandığını söyleyebilirim. Çünkü yazarımız hem yazmış hem kendi yazdığı karakterleri ve olay örgüsünü yorumlamış hem de okuyucuya yorumlatmış.
Menekşeli Mektup tam olarak menekşe çiçeğinin zarafetini, narinliğini, senede bir gösterdiği güzelliğini taşıyan, gönlünüzde çiçek açtırıp hüzünle solduracak olan mutlaka okunması gereken bir kitap...
Bu kitabı okuyarak, yazarın ifade ettiği gibi "Ahir ömründe bir güzellik yapmış olmanın iç ferahlatan ezgisini dinliyorum."
O zamanlar içimdeki çocuk daha özgür, daha cesurdu. Dünya bu kadar soğuk değildi. Herkes yüreğiyle gülerdi birbirine. İnsan sesinden medet umulurdu. Eşyalar bir salgın hastalığa dönmemişti. Paylaşarak büyütürdü insanlar bir hazzı; paylaşarak yenerlerdi yalnızlığı. Kimse geri çekilerek tartmazdı ağırlığını. Her şeyi duyguların düzene koyduğu yaşlardaydım.
Ayrılık ne biliyor musun? Ne araya yolların girmesi, ne kapanan kapılar, ne yıldız kayması gecede, ne de turna katarı gökte… İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık. Türküsünü söyleyecek kimsesi kalmamak ayrılık.
Kırk iki köprüden geçtim bugüne dek, ne altında bir ince su, ne üstünde gökkuşağı. Soluğum yalnızlık, gövdem küf kokuyordu. Sonra esirgediklerine bir özür, bir bağış gibi dünya seni kattı ömrüme. Yalnız gözleri değil, hücreleri görmeye başlayan bir körün sevinciydi yaşadığım. …ağzın bulutların ülkesiydi. Gövdene bakıp bakıp ‘iyilik bu’ diyordum. Yitiklerimin de kazançlarımın da adı oldun bir gülüşlük vakitte.
Duygularımın tonunu, sesimin rengini, gülüşümün akışını ve gövdemin devinimini hesaplamaktan; içimdeki suların yatağını değiştirmekten ve sonu hep başkalarında biten yollara sürülmekten, kedileri, serçeleri, ve çiçekleri bile suçlar olmuştum.