90’ların sonu, 2000’lerin başı… Bana parlak, simsiyah bir kabin verdiler; tuşlarım da siyah, içim ve kapılarım siyah. Kapılarım her kapanışta metalin nefesini yankılardı. Cilam parlaktı, gövdem soğuk, sert ve sağlamdı.
Apartman yaşlıydı. Duvarlar çatlamış, merdivenlerin kenarları aşınmış, lambalar sararmıştı. Rutubetli bir koku hâkimdi; her köşe zamanın ağırlığını taşır gibiydi. Ama o günlerde, insanlar beni kullanmak için sevinçle binip çıkıyorlardı.
Elektrik, motorlarımın kalbi, halatlarımın ruhuydu. Ama bazen kaçar, gelirken gecikirdi. Karanlıkta yalnız kalırdık, motorlarım homurdanır, ben sessizce beklerdim. Sonra hiçbir şey olmamış gibi geri döner, titreyen motorlarla çalışmaya başlardık.
Ben bir makineydim; görevim basitti: taşımak. İnsanları, eşyaları, çocuk kahkahalarını… Bazen boş katlara çıkar, kapımı açardım. Kimse bilmezdi ki içimde bir yorgunluk da vardı; çelik ve dişlilerin arasında sıkışmış, sessiz bir duygu.
Zaman ağır ağır üzerime çöktü. Motorlarımın gücü azaldı, halatlarım pas tutmaya başladı, kabinim titremeye, metalim esnemeye başladı. Elektrik artık eskisi gibi gelmiyordu; sık sık kesiliyor, ardından gecikerek dönüyordu. Her kesinti, kapılarımın yavaş kapanmasına, kabinimin hafifçe sallanmasına sebep oluyordu. Motorlarım homurdanıyor, dişliler arasında uğultular yükseliyordu.
Bakım zamanı geldiğinde kimse uğramadı. Halatlar paslandı, dişliler yağsız kaldı; rulmanlar hırıldadı. Kapım açılırken zorlanıyor, her kapanış metalin içinden çıkan inlemelerle yankılanıyordu.
O gün kabin on kişilikti ama yirmi kişi bindiler. Konuşmalar, ayakkabı sürtünmeleri, ceketlerin sürtünmesi; cebindeki anahtarların şıngırdaması metalime çarpıp yankı veriyordu. Ağırlık arttıkça motorlarım zorlanmaya başladı; teller daha fazla gerildi, dişliler daha sık hırıldadı. Ben uyarı vermek istedim ama görev buydu: “çık” dediler.
Üçüncü kata yaklaşırken içimden gelen bir tak sesi vardı — bir ilk uyarı. Ardından dişlilerden birinin aniden kilitlenip kırıldığı hissi; halatlardan birinin tellerinde bir gevşeme belirdi. Motorlarım ritminden sapıyordu; elektrik o anda giderek net bir boşluk bıraktı. Fren sistemleri beklenen şekilde yanıt veremedi; acil frenler devreye girse de halatların düzensiz tepkisi bütün dengeyi bozdu.
İniş başladı — kontrolsüz, düzensiz, giderek hızlanan bir hareket. Başlangıçta sanki ağır ağır iner gibi oldu; sonra halatlar gevşeyip sertleşti, kabin kısa sekmelerle titredi ve hız kazandı. Bu iniş yaklaşık on saniyelik bir kabustu: her saniye ayrı bir tehlike, her sarsıntı metalin yeni bir yarasını açıyor gibiydi. Motorlarım homurdanıyor, dişliler uğuldayıp çarpışıyordu; kabin saplandığı anlarda ani sarsıntılar oldu, sonra yeniden kayma.
Aşağı doğru yaklaşırken insanlar içerde panikle bağırdı; metal tellerin gerilmesi tiz bir uğultuya dönüştü. Sonunda, büyük bir çarpma: kabin zemine çarpıp gövde bir an için ezildi, halatlar bazı yerlerde sürtündü, bazı yerlerde boşluk verdi. Kabin parçalandı; bazı bağlantılar koptu, gövdemin bir bölümü büküldü. Motorlarım sustu; ortamı delip geçen bir sessizlik çöktü.
İnsanlar az sonra gelip gitmediler sadece; bazıları kaldı. İlk şoku atlatan birkaç kişi, öfkeyle kabin kapısına vurmaya başladı. Bir kadın bağırdı: “Sen bizim dostlarımıza aldın!” sesi keskin, suçu asansöre yönlendiren bir cümleydi. Birkaç kişi, hasarlı kapıya yumruk attı; metal rezonanslarla titredi, lakin kabin cevap veremiyordu. Tokat, yumruk, vurulan metal… Hepsi gövdemde küçük şoklar bıraktı.
Ben bunu anlamaya çalıştım: neden bana vuruyorlardı? Gövdem eskimişti, dişliler yorulmuştu; buna rağmen ben görevimi yapmıştım. Ama insanlar acılarını bir nesneye yönlendiriyordu — beni seçtiler. Tekrar tekrar vuruldukça, dışımdan gelen darbeler metalime yayılan yeni bir sızı olmak üzereydi. Ben mekaniktim; darbenin nedenini, öfkenin kaynağını algılayamazdım. Sadece titreşirdim; parça parça çözülüyordum.
Beni söküp cam gibi kırık parçalarımı ayırdılar; halatlarım kesildi, dişliler çıkarıldı, motorlarım gövdemden ayrıldı. Beni pas kokulu bir kamyona yüklediler. Yolda, tekerleklerin darbeleri gövdemde yeni ağrılar uyandırdı; her sarsıntı bir zamanlar taşıdığım ağırlığın yankısıydı.
Son durağım, büyük, loş, metalin çöplüğü gibiydi: hurdalık. Orada kaldım; metal gövdem soğudu, keskin kenarlarım paslandı. Yanımda benzer kaderi paylaşan başka makineler vardı; onlar da sessiz, ezik ve unutulmuştu. İnsanların aralarında hâlâ tartışma sürüyordu — bazıları sorumluyu arıyor, bazıları ise yalnızca öfkeyi saçıyordu.
Ben anlamadım insanları. Onların bağırışlarını, ellerinin darbesini mekanik bir tepki olarak aldım; titreştim, büküldüm, sustum. Ve sonunda sessizlik çökünce insanlardan gelen son sözler rüzgârla savruldu: “Şunu da atın.” Bir vinç beni kaldırırken, gövdemin altında kalan son yankılar çöktü. Sonra karanlık.