Bu kitap; valizlerin, otogarların, "bir süreliğine" denilen cümlelerin arasında büyütülen bir kız çocuğun kendine doğru yürüyüşünün hikâyesini konu alır....
Yaşları birbirine yakın iki oğlu vardı annemin. Abilerim olarak bilirdim onları, ufak tefek şeyler dışında çok münakaşamız olmazdı. Babam Necati Bey ya şehir ya da yurt dışında olurdu çoğu zaman. Yanından hiç ayırmadığı siyah deri iş çantası ve annemin hazırladığı küçük bir valizle bal köpüğü rengindeki seksen dokuz model arabasına atlayıp yola çıkar, aylarca da geri gelmezdi. Babam gider gitmez hemen aynı gün ben de onun arkasından evden uzaklaştırılıp ya Ankara'da yaşayan amcama ya da Artvin'deki halamlardan birine gönderilirdim. Sürgün edildiğim o günlerde bazen içime kötü bir his doğar, dışlandığımı fark ederdim.
Evim neresiydi? Ya, okulum? Yerim yurdum belli miydi? Bu soruyu en çok annem tatlı dilli olduğunda sorardım kendime. Nedense bu tatlı dil, babam bizimleyken ara ara ortaya çıkıp beni mutlu etse de bizden ayrıldığı gün baldan da tatlı olurdu!..
"Melek’ciğim, halan seni çok özlemiş. İlla gönder o güzel kızı bana. Gelsin, biraz da bizde kalsın!" dediğinde... Hep nemli bir duvara benzettiğim, göğüs açıklığından görünen terli teninin, o tuhaf kokusuna aldırmadan sevinçle annemin boynuna sarılırdım. O an köydeki evimizi, bin bir rica minnetle öğretmenin beni misafir öğrenci olarak kabul ettiği sınıfımı, kuzenlerimle birlikte sularla oynadığımız çeşmeli bahçemizi aklıma getirir çoğu zaman soba yanmasa da oradaki aile sıcaklığını düşünmek içimi ısıtırdı.
Galiba sevgi ve özlem kardeşti. Özlemeyi bilirdim de özlenmenin ne demek olduğunu bana halam öğretmişti. O da bir anneydi ve onun kokusu genzimi hiç yakmazdı. Mis gibi kokardı halam; biraz sıcak ekmek biraz da kitap gibi... sarıldıkça sarılasım gelirdi. Anneme, "ben de halamı çok özledim," dediğimde ellerimi biraz sertçe omuzundan düşürüp derin bir ''oh'' çekerdi. Hazırlanıp kapı önüne çıktığımızda günlerden hep pazara denk gelir, saçlarım hep ıslak, elimde hep kocaman bir torba olurdu. Önceden ayrılmış biletimle apar topar otogara varır ardından muavinin o buz gibi ellerine teslim edilirdim. Koltuğuma yerleşip camdan bakarak annemi son kez görmek istediğimde otobüs yavaş yavaş hareket eder sürekli burnumu sızlatan nemli duvar kokusu çoktan ortadan kaybolur yerini muavinin yolculara ikram ettiği limon kolonyası alırdı. Küçücük avuçlarımı dolduran kolonyayı yüzüme ve başıma sürdüğümde sevgi ve özlemin bir kardeşi daha olduğunu öğrenmiştim. Adı, sızım sızım sızlayan vicdandı. Halamın, babamın yokluğunda sırf eziyet görmeyeyim diye beni yanına çağırdığını şimdi daha iyi anlıyordum.
Babam, maddi durumu oldukça iyi, Avrupa görmüş medeni bir adamdı. İstanbul'daki evimiz o dönemin şartlarına göre çok konforlu ve güzeldi. Etrafımız eski gecekondularla doluyken, biz iki katlı tertemiz, yeni bir binada otururduk. Büyükçe bir balkonumuz vardı. Annem şimdi çoktan o balkona çıkmış, elinde kahvesiyle aşağıdakilere yukarıdan bakıyor ve benim tadını bile bilmediğim Alman çikolatalarından bir ısırık alıp ağzını şapırdatarak kirli sularını kapı önüne döktükleri için komşumuz Hatice Ablayı azarlayıp kapışıyor olmalıydı.
Bizim güzel bir küvetimiz, büyük tüple çalışan termosifonumuz vardı. Leğende hiç yıkanmamıştım. Genel olarak da küçük yaşlarımı düşündüğümde yapış yapış saçlarımın suyla çok az temas ettiğini hatırlıyorum. Annem, halama ya da amcama göndereceği gün, sırf mikroplarım ölsün diye kaynar sularla küvette yıkardı beni. Birkaç gün sonra kabuklanan saç derim pul pul dökülüp kaşınmaya başlayınca halam ellerimin neden sürekli başımda olduğunu sorar ben de cevap veremezdim. Annemin sıcak su ayarını kontrol etmeden başıma fıskiyeyi dayamasıyla haşlanan kafa derimin acısıyla sıkı sıkı bastırılarak kafama sürtünen saç tarağımın oluşturduğu tahrişe "ah" bile diyemezken, "Aman Melekciğim! He, mi benim güzel kızım, sakın yaramazlık edip burada olan biteni anlatma, halanı bıktırma!.. Abilerini, şu gariban anneni şikâyet edersen halan ağlar sonra. Halanı üzüp ağlatırsan da seni geri postalar. Sakın ha!.. Ben, halan sevinsin diye yolluyorum seni. Onu üzesin, geri gelesin diye değil, anladın mı güzel kızım?" sözleri karşısında ne diyebilirdim ki...
Dört tur çevirip ıslak saçlarıma doladığı kancalı lastikle saçımı değil, dilimi bağlıyordu sanki. Otobüs tıngır mıngır hareket ederken, cama yasladığım başımın derdiyle gözlerimden süzülen yaşlardan çok, halama ne cevap vereceğimi düşünüyordum şimdi.
O sabah, otogarda çok beklemiştim halamı. Yazıhanelerden birinden pos bıyıklı bir amca üşümeyeyim diye beni içeri almış sıcacık portakallı oralet ikram etmişti. Sormuştu bana "kimlerdensiniz?" diye. Ben, kimlerden olduğumu bilmiyordum.
Almanya'daki babamlardan mıydım? İstanbul'daki annemlerden mi? Artvin'deki halamlardan mı ya da Ankara'daki amcamlardan mı? Kimlerdendim ben? Aidiyetimi ilk kez bir otogarda, yabancı bir adamın yazıhanesinde kimsesiz ve çaresiz kalmışken sorgulamıştım. Nereye aittim?
Hayatımda içtiğim en lezzetli portakallı oraletin boş bardağını sehpanın üzerine bırakırken halamın o an kapıda görünmesiyle kimlerden olduğumu anlamıştım. En zor zamanlarımda hızır gibi imdadıma yetişen halamlardandım.
Kaleminizin güzelliğini ve gücünü her daim takdir ediyor, yazdığınız her satırı büyük bir zevkle okuyorum Ebru Hanım. Sizi yürekten kutluyor ve başarılar diliyorum. Kaleminizin güzelliği ve yolu daim olsun.