Gabriel García Márquez’in Kırmızı Pazartesi adlı romanı, şimdiye kadar okuduğum en ilginç eserlerden biri oldu. Roman, Santiago Nasar’ın öldürülüşünü anlatıyor. Fakat asıl çarpıcı nokta şu: bütün kasaba halkı bu cinayetten haberdar, ama herkes çeşitli bahanelerle sessiz kalıyor.
Okurken aklımdan hep şu sorular geçti: 👉 Bir kişi bile çıkıp Santiago’ya gerçeği söylemedi mi? 👉 Herkes mi sustu?
Normalde cinayetler gizli saklı işlenir; burada ise tam tersine herkes biliyor, fakat tuhaf bir şekilde kimse engellemiyor.
Marquéz’in bu kitabı sadece bir cinayet hikâyesi değil; toplumun sorumluluğunu, bireysel duyarsızlığı ve kaderin kaçınılmazlığını sorgulatan derin bir eser.
Sonunda kendime şu soruyu sordum:
“Bir felaketi herkes biliyorsa, neden kimse durdurmaz?”
Beni çok düşündüren, aklımda iz bırakan bu roman artık “unutulmaz kitaplar” rafımda yerini aldı.
Kırmızı Pazartesi, daha ilk cümlesinde Santiago Nasar’ın öldürüleceğini söylüyor ;
“O gün Santiago Nasar öldürüleceğini daha sabahın erken saatlerinde öğrenmişti.”
Okur, “Sonunu biliyorsam neden okuyayım?” diye düşünebilir fakat asıl mesele son değil, oraya giden yolun kaçınılmaz ve trajik oluşu. Küçük bir Latin Amerika kasabasında herkesin işleneceğini bildiği bir cinayet, göz göre göre gerçekleşir. Marquaz, gazeteci titizliğiyle tanık ifadelerini, dedikoduları ve resmi kayıtları harmanlar. Parça parça verilen bilgiler, kırık bir aynanın parçaları gibi birleşerek olayın bütününü ortaya çıkarır.
Roman, kader ile toplumsal sorumluluk arasındaki sınırı sorgulattı. “Biliyorduk ama engellemedik” diyen onlarca tanık, okura derin bir suç ortaklığı hissi yükler. Marquez, bu ilgisizliği şu satırlarla yansıtır ;
“Hiç kimse, olacağı kesin olan bir cinayeti engellemeye yeltenmedi.”
Dil yalın, tempo hızlı, anlatım soğukkanlı. Ne dramatik sahneler uzatılıyor ne de duygular abartılıyor. Bu soğukkanlılık, hikayenin ağırlığını daha da hissettiriyor. Sanki bir gazete haberi okur gibi, ama satır aralarında insan ruhunun en kırılgan yanına dokunuyorsunuz.
Kısacası, Kırmızı Pazartesi, “sonunu bildiğim halde nefesimi tutarak okudum” dedirten, kısa ama ağır etkili bir roman. Kader mi, ihmal mi, yoksa ikisi birden mi? Marquez, bu soruyu okurun zihnine ustalıkla bırakıyor;
“Yaşam, başımıza gelecekleri önceden bilseydik bile, değiştiremeyeceğimiz bir kaderden ibaretti…”
Tüm kasaba halkının işleneceğini bildiği bir cinayetin ayrıntıları... Toplumun cinayeti 'kırmızı pazartesi' Toplum duyarsızlığını insan zihnine vura vura anlatan Marquez, sözcüklerin nakışından ziyade, asıl üzerinde durmak istediği toplumsal rollerin ve tabuların geçit vermez ve kırılamaz bir forma dönüşmesidir. Bundan dolayı hazmedilmesi zor bir yapıt. Anlamsızlık içinde anlam yaratan bir toplum, kendi içinde oluşturduğu mantıkla kendini haklı kılıyor. Oluşan bu evrensel tavrı, çekmeceden çıkarıp masaya yatırıyor Marquez.
'"Onu bilinçli olarak öldüldük." demişti Pablo Vicario, "ama biz masumuz." "Belki Tanrı katında öylesinizdir." demişti, Peder Amador. "Tanrı katında da insanların gözünde de." demişti, Pablo Vicario da. "Bu bir namus sorunuydu."' syf48
Farklı toplum yapısına sahip olmamıza rağmen varolan bir gerçek: Namus olgusu. Tüm toplumu kör ve sağır kılabilecek bir güçte. Ve insanın ruhunu köşeye sıkıştıran güçsüz kılma aracı. İşlenen cinayetle temizlenildiğine inanılan bir leke. Bizim toplumumuzda ve yaşadığımız coğrafyada bu kavram 'kadın varlığıyla' ayakta kalıyor, maalesef. Namusun eşiti 'kadın' oluyor. Bekareti zorla ellerinden alınan kadınlar da, bu cinayetin (namusun temizlenmesi olayı) ortadan kaldırılması gereken bir aracına dönüşüyorlar. Kurumsallaşmış bir halde cehaletin seyrini değiştiremiyoruz, kadın olarak. İşlenen cinayet ile failin yakınlarının üzerine geçen lekenin arındığına inanılıyor. Arınan bir şey yok. Kırmızı siyaha dönüyor. Toplumsal tabular... Yerleşmiş yargılar... Akıl tutulması...