Huzur, bir günün bin yıl gibi yaşandığı ihtişamlı bir aşkın anlatısı mı? Artık çoktan göçmüş, ihtişamlı bir medeniyetin ardında bıraktığı huzursuzluğun anlatısı mı? 1948 tarihli tefrika duyurusundaki ifadeyle, “Harbin başladığı günün hudutlardan, siyasi muhitlerden, muharebe meydanlarından uzak hikayesi” mi?Bütün bu soruların birbirlerinin yerine geçerek bütünleştiği, bir olduğu; aynı anda hepsinden uzak, aynı anda hepsine yakın müphem bir içselliğin, müstesna bir varoluş sembolizmiyle İstanbul’un hafızası ve müziğin yükselip alçalan ritmi içinde; aşkı ve medeniyeti, sanatla hayatın yan yana aktığı zarif bir dille soylulaştıran Huzur, gerçekte bizim iç hikâyemizdirHuzur, Türk romanının ihtişamıdır.
Tarihimizin en hazin tarafı neresidir, biliyor musun Mümtaz? İnsanın yalnız insanla meşgul olması. Bütün bina onun üzerinde kuruluyor; dışarda ve içerde.
Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; Dede'yi Wagner olmadığı için, Yunus'u Verlaine, Bakî'yi Goethe ve Gide yapamadığımız için beğenmiyoruz. Uçsuz bucaksız Asya'nın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz hâlde çırçıplak yaşıyoruz. Coğrafya, kültür, her şey bizden bir yeni terkip bekliyor; biz misyonlarımızın farkında değiliz. Başka milletlerin tecrübesini yaşamağa çalışıyoruz.
Daima öleceğiz ve öldüreceğiz. Daima bir tehdit altında kalacağız. Ben trajedinin kendisini seviyorum. Asıl büyüklük, ölüm şuuruna rağmen gösterdiğimiz cesarette.