Hiç anlamıyorum. Bu dünya pis pis yaşamak içindir oysa. İnsanın kendisini öldürmesinde, dünyanın temiz olabileceği inancı saklı. Nereden çıkarırlar bu inancı? Niçin çıkarırlar? (Durur.) Belki de kendilerini öldürmek için.
Kadınlar, erkekten geçinmeye alıştıkları için kaçıyorlar çalışmaktan. Nice okumuş yazmış kadın bilirim ki evlendikten sonra bıraktılar işlerini. Bir doktor hanım bana şöyle demişti, “Hep çalışacak değilim ya, elbet bir gün evleneceğim.” Evlendi ve bıraktı hekimliği. Evlenmek en sağlam iş sizler için.
Yaban romanının ilk baskısında yer alan “boz eşeğin boynunu, kolumun arasına aldım. Tatlı tatlı geviş getirmeye başladı” cümlesi de yayımlandığı yıllarda alay konusu olmuş (çünkü eşekler geviş getirmez). Yakup Kadri’nin köyü ve köylüyü tanımadığı söylenmiş ve bu vesileyle mizah dergilerinde “geviş getiren boz eşek” karikatürleri çizilmiştir.
Zahir Sıtkı’nın çizdiği ve ‘Mizah’ dergisinde yayımlanan bir karikatürde üniversiteli bir kız Hüseyin Cahit’e şöyle der: “Fakat üstat, edebî eserleriniz yalnız şahsiyetinizin üst kısmını gösteriyor!” Hüseyin Cahit, kızın bu sözüne: “Merak etme yavrum, erbabı alt tarafını da görür” karşılığını verir. Karikatürde Hüseyin Cahit’in gövdesi hacıyatmaz şeklinde çizilmiştir.
“Geberip gideceğiz!” dedi bütün devrimi yaşamış bir orta hâlli köylü. “Eskiden kendi ailemiz için korkardık, şimdi herkese birden bakıyoruz; bu bizi büsbütün mahvediyor.”
Son zamanlarda mühendisler, salyangoz ve sümüklü böcek salgısı üzerinde çalışmaya başladılar. Amaçları, salyangoz benzeri, duvarlara tırmanabilen robotlar yapmak.
Kollarını olabildiğince aç. Ellerin ve parmaklarını iyice uzat. Şimdi, kollarının bir zaman çizelgesi olduğunu düşün - Dünya gezegeninin tüm tarihiymiş gibi. Bu, 4,6 milyar yıl önce başladı ve sol elinin orta parmağının ucu da bu tarihi gösteriyor. Ve diğer koluna doğru vücudunu da geçip boydan boya geldiğimizde, sağ elinin orta parmağının ucu da günümüz.
• Sol el işaret parmağının ucundan sol dirseğine kadar olan kısım, bir milyon yıl. O zamana kadar dünya üzerinde kimyasallar ve kayalar dışında hiçbir şey yoktu.
• Sol dirseğinden (yani 3,6 milyar yıl öncesinden), sağ dirseğine kadar olan kısımda (yani 1 milyar yıl öncesine kadar) sadece tek hücreli canlılar ve bakteriler vardı.
• Sağ dirseğinden sağ avuç içine kadar olan kısımda, süngerler gibi çok hücreli yaşam formları belirmeye başladı.
• Avuç içinin merkezinden (600 milyon yıl öncesi) parmak diplerine kadar olan kısımda (200 milyon yıl öncesi), denizanası ve mercan gibi ilkel deniz organizmaları, ahtapot, balık, amfibi ve sürüngenlere doğru evrimleşti - ve hatta dinozorlara doğru.
• Dinozorlar, ilk parmak eklemine kadar olan kısımda dünyaya hüküm sürdü (yaklaşık 50 milyon yıl boyunca).
• Oradan tırnak diplerine kadar olan kısımda memeliler, küçük sansarımsı yaratıklardan büyük memelilere doğru, yani büyük maymunlara ve ilk insanlara doğru evrimleştiler.
• İnsanlık tarihi -mağara adamı atalarımızdan, antik Yunan ve Roma’ya, Karanlık Çağlara, Orta Çağ’a, Amerika’daki Avrupalı sömürgecilere ve Yeni Dünya’ya, Napolyon Savaşlarına, Dünya Savaşlarına, Uzay Çağı’na, İnternet Çağı’na, yeni bin yıla- işte o sağ el orta parmağının ucundaki ufacık tırnak parçasına denk geliyor.
Eğer yeteri kadar geriye gidersen atalarının arasında insan olmayan birilerini bulabilirsin. Aslında, sadece 5.000 kuşak geriye gitmen yeterli (ya da 100.000 yıl). Böylece insan olmayan atalarına ulaşabilirsin. Bunlar insansı (ya da hominid) maymun adamlardı. Homo erectus olarak bilinirler. Ama modern şempanzelerle paylaştığımız daha eski atalara ulaşmak için 6-7 milyon yıl geriye gitmen gerekiyor.
Bu sırada ağabeyim, biraz hiddetlenir gibi görünerek dedi ki: — Bu nasıl şey Allah aşkına! Biz buraya okumaya mı geliyoruz, yoksa dayak yemeye mi? Yarabbi sen bilirsin!
[…] Demek ki ben kendi evimde oturmak, şu kadarcık olsun kimseye yük olmamak istiyormuşum. “Benim varlığımdan şikayet eden bulunmasın!” diyormuşum. Şimdi de bu hâl, bende fazlasıyla mevcuttur. Pek samimi olmadığım bir dostumun evinde misafir olmak istemem. Bu hâlin birçok çeşidi de vardır. Yalnız bir örnek vereceğim. Kiracı denilen kişilerin, kiraladıkları evleri ne kadar ilgisizce kullandıkları meşhurdur. Kiraya verilmiş evi olanlar, işin iyisini bilirler. Halbuki ben kiracı olduğum zaman daha fazla dikkatli davranmaya mecbur olurum. Tabiatım beni zorlar “Ev sahibi benden şikayetçi olmamalı, bana teşekkür etmeli!” fikrinde ısrarcıyım. Elimden geldiği kadar bu neticeyi elde etmeye tut ki çalışmayacak olsam huzursuz olacağım şüphesizdir. Vicdanen rahatlığımı temin için çalışmayayım mi? Hakikatte kendim için çalışıyorum demek olur.
Lâkin tabîatin ne kadar garip bir kanûnu vardır. Hâtırat kadar az inandıran nevî de yok gibidir. Jean Jacques gibi, hâtıratını kendi aleyhinde yazan bir muharrire kaari’ler(okuyucular) derhal inanır da, kendini temiz, güzîde gösterene inanmaz, hele böbürlenene, “şöyle demiştim, böyle yapmıştım…” diyene burun büker.
Şâir doğmuş olanlar bile nazmetmek kaabiliyetini yavaş yavaş edinirler. Şâirin şâir olarak doğduğuna dâir eski bir îtikad(inanış) vardır ki doğrudur; hiçbir edebî terbiyeye muhtâc olmaksızın yetişebileceğini iddiâ edenlerin sözleri ise efsânedir.
Kendi annesinden rencide, hemşirelerinden müteneffir(tiksinti), kocasından meyûs(üzgün) olan zavallı annem dünyada yegâne tesellisi olarak beni görmek istiyordu. Halbuki ben sürekli bir afacanlıkla ve çığırtkanlıkla koşuşup duruyordum. Yalnız arada sırada anneme dâir endişeleri hissediyordum. O zaman gidip bir köşede ağlıyor ve annemin ölümünden korktuğumu söylüyordum.
— Elde fırsat varken, gençlik, güzellik varken eğlenmeli ve her şeyi dert edinmemeli. Her şeyi çok derin düşünmemeli. Eğer, zaman şimdiki gibi dar ise ona da bir çare bulmalı. Bak ne güzel eğlendik. Hayatın kazancı yalnız budur. Bu geceyi “Hayatta bir gece yaşadım!” diye sayar ve eğer varsa defterinize de yazabilirsiniz. Bu geceler ihtiyarlıkta çok az gelir ve tadı da azalır. Hele kadınlar için! Bilmem bu genç hanımlar biliyorlar mı? Hayat kadınlar hakkında çok merhametsiz, çok zalimdir. Kadın tez ihtiyar oluyor ve geç ölüyor. Herkes severken hayat tatlıdır. Sonra acılaşır.
– Hem farz edelim, sen bu ¹takriri verdin, Meclis kabul etti. Farz bu ya, tutalım hükûmet de kabul etti. Kanun yapıldı, ²tatbik de oldu. Derken pat hükûmet düştü. O vakit ne olacak?
+ Nasıl ne olacak?
– Öyle ya. Basbayağı. Evvela bir defa sizi dağıtacaklar, hele bu bir şey değil. Sonra kanunları da birer birer bozacaklar.
Ta çocukluğumdan bugüne kadar hayatlarını safdiller ile günahkârlara ¹medyun olan ruhanilerden nefret ettim. Onlar ahret tacirleridir. ²Edyân onları istememiş; fakat beşer, günahkâr ve korkak oldukça ahret namına ³kabil-i temas bir muhatap aramış ve bu sınıfı icat etmiştir. Ben ne günahkârım ne korkak. Karanlık mabetler, nezleli, tecvitli, talimli Kuran sesi, iri sarıklar, siyah cübbeler, kesilmiş bıyıklar arasından çıkan yağlı dudaklardan iğrenir, tiksinirim.
…bizde hayat yalnız erkeklere göre tanzim olunmuştur, kadın tarafı yoktur. Halbuki hayatta kadın da vardır. Demek oluyor ki bizim memleketin ¹hayat-ı içtimaiyesindeki ²tealinin noksanı, yarım memleketin felce uğratılmış olmasındandır. Bu ³noksan-ı uzvu ancak kadınlar ⁴itmam edecek ve memleketi kurtaracaklardır. Bunun için de bir hamleye lüzum vardır. Ancak bu hamle iledir ki bu ihtiyaç bertaraf olunabilir.
Yapı Kredi Yayınları (¹toplumsal yaşamındaki, ²yükselmenin, ³parça eksikliğini, ⁴tamamlayacak)
Tabut üç-dört fukaranın, bekçinin, konağın aşçıbaşısının omuzlarında kalmıştı. Arabayı kabul etmediğimiz halde, bir gün gelip ölülerimizi parayla taşıtacağımızda şüphe yok, diye düşünüyordum.
İtiraf ederim ki ihtiyarın ölümü beni imrendirmişti. Pek çok dertler, ağrılar, meşakkatler içinde yaşadığım hâlde bile yaşamayı tatlı bulanlardan olduğum için onun gibi böyle doksan sene yaşayarak sonra da böyle hiç kimseyi rahatsız etmeden, bir güzel günde ölüvermek, pek istediğim şeylerdendir.
Çocuklar neşedir, sevinçtir. Hayatın manasıdır. Bahtiyarlığın ölçüsüdür. Yaşayacak memleketlerin sokakları çocuk doludur. Mahallelerimizin, sokaklarımızın onlarla dolduğunu görmek beni ne kadar sevindirecek…
Bir kere de Kadıköy’de tesadüf ettiğim bir çocuğa bayramda beygire binip binmeyeceğini sormuştum. Bana, tiyatroya gideceğini söyledi idi! Hasan’ın Tiyatrosu’na kanto dinlemeye gidecekti. Sonra da biraz sonra anladım ki anası, ablası, hepsi bütün yaz, bütün kış Hasan’ın Tiyatrosu’na gitmişlerdi, Hasan’ın bütün kantolarını söylüyor ve oynuyorlardı. Hatta çocuk bile… Bir mucize çıkmazsa bu çocuktan kolu kuvvetli, gönlü kuvvetli bir babayiğit çıkacağına kim inanır?…
Sabah erken, bizim mahallenin bekçisi davulu ile ortaya çıkmamış iken çayırda çocuk sesleri duydum. Hele aradan birkaç saat geçtikten sonra, çayıra baktığım vakit fevkalade memnun oldum. Orası çocuk dolmuş, bunu görmek benim için ne bahtiyarlık! Şu son senelerde en ziyade mahzun olduğum, dertlendiğim şeylerden biri de artık yavaş yavaş mahallelerimizden çocuklarımızın azalmakta olduğunu görmek idi. Ellerde çocuklar çoğalıyor, bizde azalıyor, bizim çocuklarımız korkaklaşıyor, beceriksiz oluyor. Düşse kalkamıyor, sokaklarımız tenhalaşıyor, bunlara herkes gibi ben de dikkat ediyor ve yeriniyordum. Geçen son otuz kırk yılın bize gizli ne fenalıkları olmuş. Yalnız küçüklerimiz değil, büyüklerimiz de böyle. Bir zamanlar İstanbul’da kibarların ata binmesi, kibar delikanlıların servetlerine göre birden bir tavlaya kadar at beslemesi vardı. Şimdi ise kibarlardan birinin ata bindiğini, binebildiğini gördüğüm yoktur. Çok genç beylerin doğdukları günden beri ata binmediklerine yemin edilebilir. Şu geçen otuz kırk yıl içinde kolu ve gönlü güçlü adamlardan pek çok ziyanımız olduğu muhakkaktır. Buna karşılık, belki şık beyler yetiştirerek Avrupa’nın salon adamlarının taklidi… Kazandık mı, kaybettik mi?
Asker geldi Çatalca’da dayandı. Edirne düştü, düşüyor, sulh oluyor, olacak denildi. Sonra Mütareke oldu, sonra tekrar harp başladı. Herkes Edirne’yi düşünüyor. Acaba düşer mi, dayanır mı? Bir telaş, bir endişe… Nihayet bir gün zavallı Edirne düştü. Bütün müslümanların kalbine büyük bir bezginlik, bir yeis çökmüştü. Rumeli’nde Edirne son ümit noktasıdır. Edirne’siz bir Rumeli yoktur, bütün dünya Türkleri Rumeli’nden çıkmış diye görünüyorlardı. Hayatın bu kadar fena, bu kadar karanlık olduğu bir başka zamana tesadüf etmedim, ömrümün on yılı birden gitti.
Baba Halilim, bu öyle bir felakettir ki analara evlatlarını çamurlar içine attırır, kaçaklığın verdiği zaruret ve sefalet içinde insan ne yaptığını bilmez bir hâlde her fenalığa katlanabilir, ahlak, namus, din, her şey susar. Dağlarda, anaları tarafından bırakılmış ve ölmüş çocuklar gördük, biz o zaman için bunlara hayret ve teessüf edemiyorduk. Dört beş gün süren bu yolun iki tarafı ölmüş neferler, kırılmış nakliye arabaları, bırakılmış cephane sandıkları, hayvan ve insan ölüleri ile dolmuştu. Avrupa bunları şanlı medeniyet tarihine yazsın!… Düşman ordusu önünde kaçan bizler yine zulüm, cebir ve eziyetin en hafifini gördük. Kaçmayan biçarelerin camilere doldurularak yakıldıklarını, karınlarının yarıldığını, namuslarına dokunulup öldürülmeyen kadınların kendi kendilerini öldürdüklerini sana yazmayacağım; çünkü zaman onları yazacak ve sana elbette okutacaktır.
Yarın sabah güneş doğduğu vakit, dünyanın bir köşesinde, yıkılmış bir yer görecek, birkaç taze mezarın topraklarına bakacak, dökülecek gözyaşlarını yaldızlayacaktı. Kim bilir gecenin bu zamanında, ne kadar biçare adamlar vardır ki yarın başları üstüne düşecek ölüm gölgesinden gafil olarak uykularını uyurdu.
— Odanız pek güzel! — Güzel, lakin beni hasta ediyor, diye cevap verdi. Doğru, bu oda onu hasta edebilirdi. Bu kadar inceliklerin, bu kadar ince şeylerin elbette onun zayıf kalbi üzerinde bir ağırlığı olacaktı.
Fena zamanlarda idik, başımızda birçok felaketler döndüğünü zannediyorduk ve şu küçük kasabada yalnız biz, birkaç kişi, artık öğreniyor idik ki, hükûmet bizi aldatıyor, bizim itaatimizi suistimal ediyor, binlerce cahil insanın bir mânâ-yı dindarâneyi hâvi olan itimatlarını çiğnemek gibi azîm bir cinayet irtikap olunuyordu.
Hüseyin Nihal Atsız : Aynı mektep ve aynı fakülteden sevgili bir çocuktur. Haşin, sert görünüşü altında altın gibi bir kalbi ve ismi gibi kadın olan bir ruhu vardır… Müthiş Türkçüdür. Kendisine mektepte bu hasletinden dolayı hep “Oğuz Beyi” derdik Âşık olmayı budalalık telakki eder, fakat âşık olmaktan hiç geri kalmaz…
Halbuki ben onun için bir hiçtim; gelmiş ve geçmiş birisi… Nasıl anlatayım efendim, çorabının yırtığı, şapkasının kurdelesi kadar benimle alakadar olmuyor, evlerindeki kedi kadar bile beni sevmiyordu.