“Beklemek cehennemdir. Ama beklerim seni.” - William Shakespeare
Başkahramanımız Florentina Ariza, gençlik zamanlarında birbirlerine mektuplar yazarak aşık olduğu kadın Fermina Daza'yı, aradan geçen onca süreye, onca şeye rağmen tam yarım yüzyıl boyunca bekler. Bir insan bir başkasını ne kadar severse sevsin, bu kadar bekleyebilir mi diye düşünmeden edemedim sayfaları çevirirken. Sanırım bu kitap bir aşktan çok, bir bekleyişin romanı. Pişmanlıklar, yaşanabilecekken yaşanamayan anılar, seçişlerimizin dışında kalan vazgeçişlerimiz, insanın içinde hep bir yara olarak kalıyormuş.
Gabriel García Márquez'in dilinin yer yer sıktığı olabilir fakat bu asla kendini tekrar eden olayların doğurduğu bir bıkkınlık veya usanç değil bana kalırsa; bu, olayları kaleme alış sırasındaki duygu yoğunluğundan ileri gelmekte. Márquez'in kalemine ne denilebilir ki zaten ve kitabın çevirisi de ayrı bir övgüyü hakediyor sanırım.
“Yüz yaşıma geldim; her şeyin, evrendeki yıldızların bile yerlerinin değiştiğini gördüm, ama bu ülkede hiçbir şeyin değiştiğini görmedim daha,” diyordu.
Ama Florentino Ariza, yıllar sonra, aynanın önünde saçlarını tararken keşfetti bu benzerliği; bir erkeğin babasına benzemeye başladığında yaşlanmaya başladığını da ancak o zaman anladı.
Korku yılardır içindeydi, onunla birlikte yaşıyordu; bir gece kötü bir düşün ardından uyanıp ölümün, her zaman duyumsadığı gibi yalnızca sürekli bir olasılık değil, anlık bir gerçeklik olduğunun bilincine vardığından beri.
Hepimizin içinde korkunç, hayvanca, dizginsiz bir çeşit istekler vardır; aklı başında görünen sayılı insanlarda bile rastlanan bu istekler rüyalarda yüze çıkar.
– Biz uyurken uyanan istekler. Bizi dizginleyen, yumuşatan, düşündüren tarafımız uykuya daldı mı, tıka basa yiyip içmiş hayvan tarafımız silkinip kalkar ayağa, boş bulduğu meydanda at oynatmaya, dilediğini yapmaya yeltenir. Nelere el atmaz o zaman, bilirsin: Hiçbir hayâsı, ölçüsü kalmaz. Anasıyla yatmayı bile geçirir içinden: İnsan, Tanrı, hayvan, ne olursa olsun kirletmek ister. Dökmeyeceği kan, yemeyeceği halt kalmaz. Çılgınlığın, yüzsüzlüğün son kertesine varır kısacası.
Çünkü her aşırılığın ardından her zaman sert bir tepki gelir. Mevsimlerde, bitkilerde, bütün canlılarda böyle olur. Devletlerdeyse hepsinden daha çok. Aşırı özgürlüğün tepkisi, insanda da toplumda da aşırı bir kölelikten başka bir şey olmaz sanırım.
– Bütün bilimlere daha çocukken başlatmalı ve öğretim, zorla yaptırılan bir işe benzememeli.
+ Neden?
– Çünkü, hür insan hiçbir şeyi köle gibi öğrenmemeli. Bedene zorla yaptırılan şeyin ona bir kötülüğü olmasa bile kafaya zorla sokulan şey akılda kalmaz.
Öyle insan vardır ki jimnastiği, avı, her çeşit beden çalışmalarını seve seve yapar da dersten, konuşmadan, araştırmadan hoşlanmaz. Her türlü kafa işinden kaçar. Bunun tersi olan da gene topal sayılır.
Doğuştan sayı bilgisine yatkın olanlar, öteki bütün bilimleri çabuk kavrarlar. Kalın kafalılar da zar zor bu bilgiyi edindikleri zaman, başka yararları olmasa bile, düşünme güçlerini artırmış olurlar.
Kendi yararlarına düşkün, açgözlü kimseler başa geçer ve başta olmayı keselerini doldurmak için bir yol sayarlarsa orada artık iyi bir düzen arama. Çünkü herkes başa geçmek için birbirini ezecek ve bu iç kavgada hem kendilerinin hem de devletin başını yiyeceklerdir.
Filozoflar bu devletlerde kral ya da şimdi kral, önder dediklerimiz gerçekten filozof olmadıkça, böylece aynı insanda devlet gücüyle akıl gücü birleşmedikçe, kesin bir kanunla herkese yalnız kendi yapacağı iş verilmedikçe, sevgili Glaukon, bence bu devletlerin başı dertten kurtulamaz, insanoğlu da bunu yapmadıkça tasarladığımız devlet mümkün olduğu ölçüde bile doğamaz, kavuşamaz gün ışığına.
– Yurttaşların çoğunun aynı şeye “benim”, “benim değil” demesi en iyi devlet düzenini göstermez mi?
+ Gösterir tabii.
– Hele devlet bir tek insan gibi olursa! Örneğin, bir insan parmağından yaralansa canı ve bedeni onları yöneten başla birlikte bu yaranın acısını duymaz, parçanın derdi bütünün derdi olmaz mı? İnsanın parmağının ağrıması bu demek değil midir? Ne kadar küçük bir parçamız olsa onun derdiyle dertli, onun keyfiyle keyifli olmuyor muyuz? O iyi olunca, iyileştik demiyor muyuz?
+ Böyle söylüyoruz gerçekten… Onun için de tek bir insana benzeyen devlet, en iyi yönetilen devlettir, diyebiliriz.
– Böyle bir devlette de yurttaşların başına iyi kötü ne gelirse gelsin, devlet bunu kendi başına gelmiş sayacak, onunla sevinecek, onunla dertlenecektir.
Her iki cinsin de en iyilerinin en fazla, en kötülerinin de en az çiftleşmeleri gerekir. Ayrıca en kötülerin değil, en iyilerinin çocuklarını büyütmeliyiz ki sürünün cinsi bozulmasın.
Aglaion’un oğlu Leontios Pire’den yukarı gelirken kuzey surlarının dibindeki işkence yerinde cesetler görmüş. Bir yandan bunlara bakmak ister, bir yandan da görmemek için başını çevirmiş. Bir süre görme isteğini yenip yüzünü kapamış ama sonunda dayanamamış, gözlerini dört açıp ölülere doğru gitmiş ve bağırmış kendi gözlerine: “Haydi kör olasılar… Alın doya doya seyredin bu güzel manzarayı!”
Hiç de iyi yönetilmedikleri hâlde düzeni değiştirmeye kalkan yurttaşları, ölüm cezasıyla korkuturlar. Buna karşılık bu kötü düzen içinde rahat eden kişileri öveni, onlara yaranmaya, istediklerini sezinleyip yerine getirmeye çalışanı iyi yurttaş, büyük devlet adamı sayar, onu şana, şerefe boğarlar.