Tanrı, bizi belirli zaman ve mekânın içine hapsetmişti. Bizler aciz kullardık. Çünkü zamandan ve mekândan münezzeh değildik. Bu sınırlanmış dünyada karşılaşacağımız kişiler ve olaylar karşısında vereceğimiz kararlar da belli bir ölçüye tabiydi. İrade bende gibi gözükse de hayat; dekoruyla, oyuncularıyla önceden yazılmıştı sanki. Bu, bize öğretilmiş çaresizliğin ta kendisiydi. Biz aslındahologramdan iradelere sahiptik; bir vardık bir yoktuk.
“Efsel”, sayfalarında barındırdığı felsefi derinlikle okuru büyüleyen nadir eserlerden biri. İlker Bozdağ, dilin sadeliğini hiç bozmadan, zamana dair sorgulamaları Feruz’un gözünden ustalıkla yansıtıyor. Diyarbakır’ın tarihî dokusu, bir fon olmaktan çıkıp karakterlerin içsel çalkantılarına eşit bir ağırlıkta dâhil oluyor. Feruz’un kader ve irade ikilemlerindeki bocalaması, okura kendi hayatındaki görünmez senaryoları ve özgür bırakılmamış anları düşündürtüyor. Bozdağ, okuru yalnız bırakmayıp, satırlar arasında adeta tutunacak bir dal uzatıyor: Her sayfada hem melankolik bir tat hem de yeni bir umut kıvılcımı hissediyorsunuz. Romanın en etkileyici unsuru, karakterler arası diyaloglardan ziyade, iç monologlarda kendini gösteriyor. Feruz’un zihnindeki sorular, “Ben gerçekten bu yolda seçme şansına sahip miyim?” sorusuna odaklanırken; Efsel’in sessiz varlığı, bu sorunun cevabını bulma serüvenine incelikle dokunuyor. Özellikle Cahit Sıtkı Tarancı sahneleri, tahmin etmediğiniz bir derinlik katmanı ekliyor ve metne şiirsel bir gölge düşürüyor. “Efsel”i kapattığınızda, geride sadece bir aşk hikâyesi kalmıyor; insan ruhunun sınırları, kaderin ipleri ve özgür kalmanın bedeli üzerine uzun bir muhasebe kalıyor.