Yazarın ilk kez karşılaştığım bir anlatım tekniği var. Bu tarihe iz bırakan hikayeleri sürekli farklı şahıs zamirleri kullanarak bizimle buluşturması ilk başlarda soğuk duş etkisi yaratmadı diyemem. Ancak bu teknik, okuyucunun hikayeden asla kopmasına izin vermeyen türden. Yani bir yönüyle yazar için son derece arzu edilesi bir durum elbette. Hangi yazar okuyucusunun kitabın içinde kaybolmasını ya da odağının kaymasını ister. Dolayısıyla zekice buldum. Hikaye için ise ne söylesek yetersiz ve anlamsız kalır. Tarihte sesi duyulmamış, dört duvar arasında çaresizliği acıyı ve değersizliği derinden hissetmiş masum insanların ve hatta tüm canlıların ruhuna selam olsun.
Zulmün, travmanın direniş çığlığı ve hayatta kalma mücadelesini çarpıcı bir anlatımıyla yüreklere iz bırakan bir roman . Gwangju Katliamı, 1980 yılında Güney Kore’nin demokrasiye geçişinde travmatik ama dönüştürücü bir olay olarak kabul edilir. Yazar da bu romanın bu olay üzerinde edebiyat yoluyla anlatmış. Yazarın okuduğum ilk kitabıydı ve uzun zamandır merak ettiğim bir eserdir. Beden, hafıza, suçluluk ve vicdan temalarını derinlemesine işliyor. Kitapta olaylar doğrudan anlatılmak yerine, birbirinden farklı karakterlerin gözünden, bölümler hâlinde aktarılmış. Bir öğrenci, bir editör, bir anne ve bir asker aracılığıyla olayların insani ve psikolojik boyutları gözler önüne seriliyor. Sanırım beni en çok etkileyen kısmı da bir anne olarak annenin evladına olan yürek burkan duyguları ve hasreti 🥺" Mutlaka okunması gereken bir başyapıt diyebilirim Kitapla kalın ✨📚
Ah.. Evet,tam olarak böyle kapattım kitabın son sayfasını. Birkaç gün düşündüm bu satırları yazmadan, etkilenmiştim… Han Kang’ın “Çocuk Geliyor”u, işte böyle bir roman. Güney Kore’nin yakın tarihinde büyük bir yara olan 1980 Gwangju Ayaklanması’nı merkezine alan bu kitap, bir halkın bastırılmış hafızasını 15 yaşında bir çocuğun ölümü üzerinden anlatıyor. Ama bunu büyük laflarla değil,ölü bedenlerin, suskun tanıkların ve yıllar sonra bile geçmeyen travmaların içinden geçirerek yapıyor.
Roman farklı karakterlerin gözünden ilerliyor.. bir ceset tanıma merkezinde gönüllü çalışan Dong-ho, onu arayan annesi, hayatta kalmış ama sessiz kalmış arkadaşları, bir yayıncı, bir işkence mağduru… Her biri kendi bölümünde konuşuyor, ama sanki aslında konuşmuyorlar,fısıldıyor, susuyor, içlerinden parçalar dökülüyor. Yazar, kimi zaman ikinci tekil şahısla “sen” diye hitap ederek bizi olayların tam ortasına, hatta suç ortaklığına çağırıyor.
Kitap boyunca ölüm çok yakın, beden çok gerçek, sessizlik ise neredeyse bir karakter gibi. Han Kang’ın dili sade ama şiirsel.. anlatmakla yetinmiyor, hissettiriyor. Ancak bu anlatım zaman zaman insanı yorabiliyor. Özellikle tarihsel bağlamı çok iyi bilmeyen bir okuyucu için metin parçalı ya da mesafeli gelebilir. Fakat belki de bu da bilinçli bir tercih.. travma zaten düz anlatılmaz, travma dağınıktır, kopuktur, anlatıldıkça eksilir.
“Çocuk Geliyor”, sadece Güney Kore’nin değil, dünyanın her yerinde yaşanmış ve yaşanmakta olan bastırılmış acıların romanı. Siyasi bir olayın edebi bir tanıklığa nasıl dönüşebileceğini gösteriyor. Ve belki de en çok bunu söylüyor bize; Hatırlamak kolay değil, ama unutanlar kadar hatırlamaktan kaçanlar da sorumludur.
Ben bu kitabı okuduktan sonra bir süre başka hiçbir romana başlayamadım. Bazı cümlelerin içime kazındığını hissettim, özellikle Dong-ho’nun sessizliği uzun süre kulaklarımda kaldı. Bazı bölümleri iki kez okumam gerekti, çünkü yazarın dili gerçekten yoğun ve tok. Bu kitap, bana hafıza kavramını yeniden sorgulattı. Acının edebiyattaki yansıması bu kadar güçlü olabilir miymiş, dedim.
Eğer ağır ama etkileyici bir kitap arıyorsanız “Çocuk Geliyor” sessizliğin içindeki sesi duymanız için doğru kitap.
Kitabın yazarı 2024 Nobel Edebiyat Ödülllü bir yazar, kitabın konusu ise Güney Kore'nin Gwangju şehrinde diktatör yönetime karşı gösterilen duruş, mücadele ve bu süreçteki acılar. Ayrıca yazar Han Kang 1970 yılında bu şehirde doğmuş, kitabın son kısmında da kitabı yazma sürecinden bahsediyor.
Kitap altı bölümden ve yazarın "Son Söz" kısmından oluşuyor. Her bölümde karakterlerin hikayesi farklı şekillerde anlatılmış; doğrudan, başka karakterler üzerinden ve ikinci tekil şahıs kipiyle. Beni en çok Conğde'nin hikayesinin anlatıldığı ikinci bölüm ve ana karakter Donğho'nun annesinin anlatıldığı altıncı bölüm etkiledi :( Satırlarda gri bir duman bana eşlik etti, ama Gim Cinsu'nun hücre arkadaşına söylediklerinden sonra bu gri dumanı bir tül gibi algıladım, o tülü aralayıp tanıklık ettim. "Eskiden kırılmaz camlarımız vardı bizim değil mi? Onlar cam mıydı başka bir şey miydi emin değilim ama şeffaftı, sağlamdı ve gerçekti. Demem o ki ağabey, bizler kırılarak bir ruha sahip olduğumuzu gösteriyoruz değil mi? Gerçek camdan yapılmış insanlar olduğumuzu ispatladık." s.113 Ben de Gim Cinsu'ya bir şeyler söylemek istedim.. Sadece, geçmişte acı çeken, adaletsizce davranılan insanların olduğunu okumanın ve bunu bilmenin bizi gerçek camdan bir insan yapmadığını, kendi ruhunu hissetmek ve o hisle var olamaya devam etmenin gerektiğini bizlere de ispatladığınız için teşekkür ederim.
"İnsanlar öldüğünde havalanan küçük kuş, yaşarken bedenlerinin neresindedir acaba? Kaşlarının çatında mı, kafasının üstünde mi yoksa kalbinde bir yerlerde mi?" s.22 Ve bu sorunun cevabını merak edenler kitabın kapağına tekrar bakabilir.