Bazen hayatıma bakıyorum çok özel kareler film şeridi gibi gözümün önünde canlanıyor. Ben 4 yıl, 4 ay, 4 günlükken annemin dedesi olan ehli takva, alim, molla Abdulkadir’in okumaya başladığı yaş olduğu gerekçesiyle beni köy hocasına derse gönderdiler.
O günün şartlarında İstanbul’da yaşamış anne annem babama bir mektup göndermiş ve beni hem cami dersine hem de okula gönderilmemi tavsiye etmişti. Rahmetli nenem Eyüp Sultan’nın Eyüb’ü ile Fatih Sultan Mehmet Han’ın Han’ını bir araya getirerek adımı Eyüphan koymuş.
Bir gün köy hocası Mele Hemid, oğluna Mevlit dersi veriyor ben de yaşça daha küçüğüm, Kur’an-ı kerim dersimi almış, tekrar ediyorum, o kadar ona söyledi ki ben onun dersini ezberledim, ben de bir muzırlık yaptım dedim ki; “Abi dersin çok zor değil, bak baban sana söyleye ben senin dersini ezberledim.” O esnada hoca sesimi duydu ve bana “oku bakayım” dedi ben de ezbere söyledim, hoca bir daha oğluna yüklenerek; “sen bu çocuğa kurban olasın, hele bak kendi dersini okuyor, sana verdiğim dersi de duya duya ezberlemiş.” İlkokul öğretmenim beni ve Celal adında arkadaşımı babalarımıza tavsiye etti, onları muhakkak okutun diye sene 1973. İlk okuldan mezun oldum. O zaman fakirlik vardı, çocuk okutmak öyle kolay değildi, okullar da tekin değildi. Arkadaşım ortaokula gitti ben de annem ve nenemin ortak kararı ve sonradan babamın da kabullenmesiyle medrese eğitimine gönderildim. Birkaç yıl medresede okuduktan sonra 1978’de 16 yaşında yaşıtım olan amcam kızıyla evlendirildim, o esnada köyümüzün imamı olan Molla Heki üstadımdan ders alıyordum, bir gün dersimi tekrar ettim, başımı kaldırınca alnımdan öptü ve dedi ki; “ah keşke vaktim olsaydı ben sana ders verseydim, insanlar seni parmakla gösterecekti” Allah ondan razı olsun, yetmedi bir de babamı çağırdı dedi ki “bu çocuğu okumaya gönder” ve ben babamın ilk evladı olmama rağmen, çünkü benden önce iki kız, bir erkek çocuğu daha büyümeden ölmüştü, babam seydamın tavsiyesine kulak verdi ve yine okumak için beni serbest bıraktı. Birçok yerde okudum; Seyda Molla Derviş, Molla Bahri, molla Abdusselam… bunlardan nakil edeceğim anılarım var ama şimdilik kalsın. Şu anda Profesör olan Hocam Mehmet Yalar o zaman merkez vaiziydi. Bir gün bana dedi ki; “evladım sen zeki bir insansın, dışarıdan sınavlara gir, okula git senin rızkın zekata girmesin” bu sözünden cesaretle ortaokul sınavlarına girdim, mezun olur olmaz Diyarbakır lisesine kayıt yaptım, belki size tuhaf gelecek ama 20 yaşında evli iki çocuk babasıydım.
O esnada okumaya da devam ediyorum tabi, Seydam Molla Ahmet Yalar bir gün ben tefsir dersimi tekrar ederken bir de baktım sarığını aldı başıma bıraktı ve dedi ki “maşallah aramızda az kalmış” bunun bir öğrenci için nasıl bir motivasyon oluşturacağını siz düşünün. Lisede milli güvenlik dersimize havacı bir binbaşı geliyordu, bir gün sınıfa dedi ki; “ben size bir test uygulayacağım, soruları doğru cevaplayın sonucu sürpriz olsun.” Testi uyguladı, bu bir zeka testiydi en yüksek puan benimki çıkmıştı.
Fazla uzatmaya gerek yok, bu kadarı dahi ilahi bir lütuf olarak bana bazı meziyetlerin verildiğine işarettir. Ben bununla bir üstünlük taslayamam ama Allah’a şükranlarımı sunmak için dile getirebilirim. Bu meziyetlerin hakkını verdim mi derseniz, galiba yetersiz kaldım, ama hayatım boyunca bana ne vazife verildiyse yetki ve sorumluluk dairesinde ona değer kattım, işime kalite, bir inovasyon kazandırdım. Yerel, ulusal ve uluslar arası da olsa katıldığım her toplantıda bir eksiği tamamlama adına daima söyleyecek bir sözüm oluyor. Ortadoğu Kongrelerinde de, ASSAM İslam Birliği Toplantılarında da, TASAM Dünya İslam Formlarında da Anti Siyonizm kongresinde de katkılarımla çalışmaya değer kattığımı söyleyebilirim. Siz değerli dostlarıma, okuyucularıma arz etmek de yine Allah’a şükür mahiyetindedir, çünkü yüce Allah(cc) Düha suresinde “size olan nimetlerimden bahsedin” buyuruyor. Ben de bunu sizinle paylaşmak istedim. Ben şu anda Aktif bir siyasetçiyim, slogan ürettik elhemdulillah “siyaset iyi insanların işidir” diyerek. Gayretli bir sivil toplumcuyum; birçok dernek, vakıf ve araştırma merkezleriyle üye, gönüllü, yönetici düzeyinde irtibatım var. Medya ile aktif olarak uğraşıyorum, şimdiye kadar 1500 makale ve 800’den fazla şiir yazmışım. Sadece Edebiyat defterinde 1 MİLYON kişi şiir ve yazılarımı okumuş. Peki sistem içinde elle tutulur bir iş yaptık mı? onu da şöyle izah edeyim Ekrem Abbasioğlu adında muhterem bir müftüm vardı, Allah rahmet eylesin, bazen karşılaştığımızda şöyle derdi; “Eyüphan devlet hala seni keşf edemedi demek, yazık” ruhu şad olsun. Bunu da söyleyeyim ben normal lise ve imam-hatip lisesi olmak üzere iki lise mezunuyum. Meslek olarak Hem İmam-Hatip olarak çalıştım, hem öğretmenlik yaptım. Eğitim Fakültesi Kimya bölümünü sınav notu olarak birincilikle kazanmıştım, Kimya Bölümü 376 taban puanıyla o yıl kapattı ben 400 Fen puanı almıştım. Zaten Tıp ve Hukuktan sonra 3.tercihimdi. Fen Fakülteleri mezunları da dahil 1404 kişinin girdiği ilk yeterlilik sınavına girdim ben kimyada 25.oldum. O zaman alan soruları da soruluyordu. Tayınım Kasım Paşa Orbay okuluna Fen Bilgisi Öğretmeni olarak çıktı, feragat ettim gitmedim. Bu da özgüven olsa gerek. İşte bu kadar dostlar, yazmaya devam etsem bir kitap çıkar. Elhemdulillah Allah marifet vermişti, bunu fark edenler de iltifat ediyorlardı. Hepinize müteşekkirim. Yaşları 93 olan anne babamın arasında oturup poz vermekle iftihar ediyorum. Selam ve selametle kalın.
"Doğa bütünler zamanların görüntüsünü, Doğa dursun, zamanlar aksın diye, Kusursuzluk için; göğün yüksekliği ışıldar İnsan için, çiçeklerle taçlanmış ağaçlar gibi." 24 Mayıs 1748 Bağlılıkla Scardanelli
Benim için onun sözleri, delilikte Tanrı'nın rabibi olarak söylediği birer kehanet gibi ve elbette, dünyevi her hayat, onu anlamadığı için ona nispetle deliliktir.
Bir keresin de Hölderlin, her şeyin ritim olduğunu söylemişti: İnsanın bütün yazgısı, semavi bir ritimden ibarettir, tıpkı her sanat eserinin, biricik bir ritim olduğu ve her şeyin Tanrı'nın şiir söyleyen dudaklarından salındığı gibi.
St. Clair, Hölderlin'i dinlemenin, tam olarak rüzgarın hışırtısını dinlemek gibi olduğunu söylemişti, çünkü Hölderlin her zaman ilahilerle fısıldıyor ve kesintiler, rüzgarın döndüğü an gibi. O zaman, insan en derin bir anlamı yakalıyor ve onun deli olduğu fikri tamamıyla yok oluyor...
Kişinin niyetlerini, hayran olduğu başkaları ile nasıl ilgilendiğini ve insanlar için hayatın nasıl akıp gittiğini ortaya koyması -bu tür bir iletişim kurma tarzı-, öyle bir yapıdadır ki, kişinin bunun için özür dilemesi gerekir.
Nerede bir halk güzeli seviyor, nerede sanatında dehayı yüceltiyorsa, orada evrensel bir ruh, can veren bir hava gibi eser, orada çekingen bir duyarlılık açılır. Ben sevgisi kaybolur, bütün kalpler merhametli ve yüce olur ve coşku, kahramanlar doğurur. Buna karşılık, nerede ilahi tabiat ve sanatçılar gücendiriliyorsa, orada yaşama zevki kaybolur ve başka her yıldız, dünyadan daha iyi olur. Orada insanlar, varlıklı doğmalarına rağmen giderek yalnızlaşırlar. Yaltakçılık ve onunla birlikte kabalık artar. Bakımla esriklik artar, lüksle de açlık ve yiyecek kaygısı.
Benden ahşap bir tapınak yapmamı istedi. Ben ona ekmeğimi kazanmak için çalışmak zorunda olduğumu, onun gibi felsefi bir huzur içinde yaşayabilecek kadar talihli olmadığımı söyledim. Bana şu karşılığı verdi: "Ah, zavallının biriyim ben." Ve hemen, bir dakika içinde, bana kurşunkalemle bir tahtaya şu dizeleri yazdı:
"Hayatın çizgileri farklı farklı, Patikalar gibi ve sınırları gibi dağların. Buradaki benimizi, Orada tarnamlayabilir bir Tanrı, Ahenklerle, ebedi ödül ve huzurla."
Yüksek derecede düşünceye dayalı bir acı, belki hiç bir zaman böyle görkemli bir şekilde dile getirilmemiştir. Yer yer bu deha, kalbinin acı pınarlarına gömülüp bulanıyor; ama daha sık olarak, duygulandıncı yokoluş yıldızı, duyarlığının engin denizi üzerinde görkemli şekilde parlıyor.
Deliliğinin nedeni olarak özel öğretmenlik yaptığı Frankfurt'taki zengin bir evde geçirdiği korkunç zaman gösteriliyor. Yumuşak, cana yakın ve mutsuz bir kadın, şairin yüksek zihnini, hor görülen ve yanlış tanınan gencin saf ruhunu takdir etmiş, bundan masum bir dostluk doğmuş. Ne var ki bu dostluk, çok kaba kuşkulara neden olmuş ve Hölderlin kötü muamele gördüğü gibi, kadın dostuna da kötü davranıldığına tanık olmuş! Bu, şairin gönlünü kırmış. Acısını, Sophokles çalışmasına gömmek istemiş.
Şairin deliliği hiçbir biçimde tehlikeli değil, aniden aklına gelen fikirlere fazla itibar etmemek yeterli. Hezeyan göstermiyor ama kendi hayâl gücüne uyarak aralıksız konuşuyor, çevresini ona hürmet eden ziyaretçilerin sardığına inanıyor, onlarla tartışıyor, onların itirazlarını dinliyor ve büyük bir canlılıkla onlara karşı koyuyor, yazdığı büyük eserlerden ve şimdi yazmakta olduğu diğerlerinden alıntılar yapıyor. Ve bütün bilgi birikimi, bütün dil bilgisi ve Antik Çağ yazarlarına olan aşinalığı, hâlâ onda mevcut.
Asil bir yüreği ve derin bir ruhu var, bedenen çok sağlıklı ve bende kaldığı bütün süre boyunca bir kez olsun hastalanmadı. Çehresi, güzel ve biçimli; ayrıca, hiçbir ölümlüde onunkier gibi güzel gözler görmedim... Hölderlin'in hiç de sabit fikirleri yok, belki de hayâl gücünü, aklı pahasına geliştirmiştir.
En yakın dostu Sinclair, Hölderlin'in annesine yazıyor;
Oğlunuz, çok iyi ve huzurlu. Yalnızca ben değil, benimle birlikte onu tanıyan altı sekiz kişi daha, onda ruh rahatsızlığı gibi görünen şeyin, hiç de öyle olmadığından; daha çok onun epeyce gizli nedenlerle takındığı bir kendini ifade etme tarzı olduğundan eminler ve onun arkadaşlığından yararlanabildikleri için çok mutlular...
Aslında, bizim için trajik olan bu: Bir muhafazanın içine tıkılmış, canlılar dünyasından suspus gidiyoruz. Alevlerin yakıp tükettiği kişiler olarak, hükmetmeyi başaramadığımız alevin kefaretini ödemiş olmuyoruz.
Özbilinç olmadan nasıl "ben!" diyebilirim? Ben kendime karşı koyduğurn için, kendimden ayrılırım, ama bu ayrılığa rağmen kendimi karşıtımda aynı olarak görürürn.
Vazgeçmenin eşiğine geldiysen, bu kitabı okuduktan sonra bir daha düşün…
Hayatın neler getireceğini kimse bilemiyor. Her şeyi yoluna koyduktan sonra bir anda hayatımız tersine dönebiliyor, ummadığımız sorunlarla karşılaşabiliyoruz. Her şey yolunda ya da planladığımız şekilde giderken hayatı yaşamak kolay. Asıl başarı hayatımızın akışından çıktıktan sonra verdiğimiz tepkiler ve aldığımız kararlar… Durgun suda herkes kaptan, mühim olan dalgalı denizde gemiyi kıyıya sağ salim yanaştırabilmek… İşte gemisini sağ salim kıyıya yanaştıran Sayın Profesör Doktor Ozan Bahar’ın hikayesi… Sanma ki dert sadece sende var… Senin derdini nimet sayanlar da var…