Öykü Denemeleri
öyküye dönüşmek için birbirini kovalayan kelimelerin yolculuğu... ...
8. Bölüm

mavi yeşil düşler

7 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
Dün akşam öyle yorgun ve bitkindim ki, kendimi bir köşeye atılıp kör karanlığa terk edilmiş gibi hissettim. Koridordan gelen çocuk sesleri, mutfakta birbirleriyle kavga edermişçesine çatal bıçakların masaya hükmedişleri, çamaşır makinesinin uçuşa hazır roket uçaklarını anımsatan titreyişini duymak içimi daha çok doldursa da kalabalık olmayı sevdiğimi düşündüm bir an. Yalnızlık, hüzünlü bir şarkının sürekli kulaklarda uğuldaması gibi, sahipsiz ve kimsesiz hissettiriyordu. Yalnız kalmayı sevmiyordum sırf yüzden. Sessiz olmayı belki ama yalnızlığı asla. İçimde yazılmayı bekleyen kalem ve not defterimle geceyi güne karaladım sessizce. Gecenin hüznünü portmantoya asıp, günün aydınlığını kuşanmak hep umut dolu yarınları hatırlatmıştır bana. Gün doğuyor ve gökte asılı kalıyor güneş. Bu tıpkı dokuz ay boyunca bebeğini kucağına almayı bekleyen bir anne gibi değil mi? Bebeğin doğuyor ve dünyan değişiyor. Bir güneş doğuyor ve tüm karanlığın üzerine perdesini çekiyor. Bu mucizeyi her gün yaşamak, ceplerime avuçlarca sevinci dolduruyor. Bir an sıcak bir el, Rüveyda’yı bulup alıyor içimden, biraz sonra “Mai ve Siyah” geliyor sanki yıllar öncesinden. Bu kadar kederi taşımak hiç de kolay olmuyor elbet.

Onlarca duygunun ağırlığı altında eziliyorum çoğu kez. Üzülüyorum ayrılıklara, kavuşamayan âşıklara ve kazanılmayan savaşlara. Hoş savaşta kazanan taraf asla olmaz ya… Belki de bu kadar çok bilgiyle dolduğum, her gün ilginç kelimeler, farklı ülkeler ve yeni insanlarla tanıştığım için, içime uzanan o sıcacık ele teşekkür etmeliyim. Bu arada inanılmaz ama en son yolculuğumda 1800’lü yıllara gitmiş, Uğultulu Tepeler” e çıkmıştım. Rüya gibiydi. Rüzgârın kapıları tekmeleyip, pencereleri yumruklaması, Catherine ile Heathcliff’in hastalıklı aşkı, yazarın bu aşkı şiirsel bir dille anlatışı, nefretin ve hasretin derin acısı nakış gibi işlemişti içime. En fenası da tüm bunları en dibe gömüp fermuarımı kapatmak oluyor. Çünkü geceleyin duvarda asılıyor olsam da hüzünlerimden, gündüz güçlü omuzlarda olmanın keyfini sürüyordum yeniden. Hazır keyif demişken iki ay öncesinden alınan Ezginin Günlüğü’ ne ait konser bileti kıvrılıyor sol yanıma. Yastıklı Şarkı’nın sözleri sızıyor ruhumun sökük astarına. Ne diyordu şair: “Sevmesen ölürdün, sevdin onu öldün. Sevmesen ölürdün ama sevdin gene öldün.” Şarkının melodisi oldukça neşeli oysa sözleri birazcık ölmeli. Yastıklı şarkıdaki gibi insanlar bu hayatta en fazla mutluluktan ölmeli. O gece konser salonundaki koltukların kenarında sıkışmış, coşkulu kalabalığın arasında sessizce yığılıp kalmıştım. Belki sesimi çıkarabilseydim bağıra çağıra eşlik ederdim şarkıyı söyleyen renkli orkestraya ama ne sesim vardı ne de nefesim. Rengim vardı acı kahve ve ceplerimde roman kahramanları. Evet ceplerimde roman kahramanları vardı ve onların ilginç hayatları… Oysa şimdi, bazı şeyler değişti.

Kim derdi ki, sen kalk İstanbul’un Pendik Pazarından, dershane masaları, sinema koltuklarından, tren istasyonları, vapur seferlerinden gel bu küçük şirin kasabaya yerleş. Her gün, önü denize arkası cennete bakan, ağaçların içinden yüzlerce farklı ağaç çıkan, sokaklarında Karadeniz şarkıları çalan ve neşeli bir kadının sırtında geçiveriyor artık zaman. Kim sırt çantası olmaktan benim kadar memnun kalabilir ki çay kokulu bu memlekette? Hem kim bir çanta dolusu hayalleri sığdırabilir benim gibi ceplerine?
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar