Hayret! Kapıyı kim açık bırakmıştı, bilmiyorum. Bana ne canım kim açık bıraktıysa bıraktı. Hiç umurumda değildi. Bu kez durup izlemek istemiyordum asansöre binenleri, eve gelip gidenleri. Bıkmıştım! Balkon küpeştesi ve pencere pervazlarından. Bıkmıştım artık, ev hayatının daracık çember olup boğazımı sıkmasından... Düşününce tamam dedim; verdim kararımı. Hem iyi kararlar tecrübe kazandırır öyle değil mi? Takip ettim trabzanları. Yukarıya, yok yok doğruca aşağıya yöneldim. İn in bitmiyordu merdivenler. Kapılar açılıyor, az sonra çat diye kapanıyordu. Oysa ben olsam "gir ama incitme" yazardım gönül kapıma. Ah! Ne kadar da romantiğim böyle. N’oluyor yahu diyorum, burası Dingo'nun ahırı mı? İnsan değil misiniz oğlum siz? Stres iyi gelmiyordu bana. Böyle durumlarda romantizm kayboluyor, anksiyetem artıyor, bıyıklarım terliyordu. Eğer tansiyonum varsa eminim 10'u 20 geçiyordu. Neyse ki varıyorum siyah demir kapıya. Buzdan kale gibi duruyordu karşımda. Utanmamışlar, bu kapıyı da açık bırakmışlar. Hırsız mı gelir, arsız mı, umurlarında değil belli ki. Oh be! Dünya varmış. Ayaklarım âdeta yerden kesildi. Keyfime diyecek yoktu oğlum. Peşin parayla satan bakkal kadar mutluydum. Yine de ayağımı toprağa sağlam basmalıydım. Aaa! O da nesi! Toprağı nereye gömmüşler? Her yer beton, her yer bina, her yer gri... Temiz havayı içime çekeyim dedim, bildiğin fabrika kokteyli... Nedir bu insanların doğaya zarar verme savaşı Allah aşkına! Tek dikili ağaç bırakmamışlar sokağımızda. Geçenlerde yanımda anlatmışlardı; gençliğinde kendine ait armut ağacı varmış kadının. Evde canı sıkılınca elişini alır ağacına çıkarmış. Parmağına doladığı iple danteller örer, akşama kadar hayaller kurarmış. Tabi o zamanlar telefon, tablet yok. Hatta televizyon bile yokmuş evlerde. İnsanların, ekranlara değil insanlara bağlı olduğu zamanlarmış. Vay be! Ne mazi ama... İmrendim doğrusu. Vızır vızır geçiyordu yanımdan arabalar. Her şey ilgimi cezbediyordu, kuşların kanadından tutun da asfalttan kalkan toza kadar... Sokakta çocuklar top oynuyordu coşkuyla. Biri kedi gözleriyle kaleyi süzerken, diğeri kartalmışçasına fırlayıp topa kafa atıyordu. Ya o kaleciye ne demeli; panter olup topu havada yakalıyordu. Yahu park alanı da yapmamışlar bu güzelim çocuklara. Patır patır döküldü hayretlerim başımdan aşağıya. Siyah şapkalı topçu gol atınca sevinç seslerinden deliye döndüm. Evet, onlar değil ben döndüm. Koca bir çöp konteyneri gördüm yanımda bir yerde, az daha içine düşüyordum ki... Şey, aslında düştüm bile. Her hikâyenin ve hayatın iniş, çıkışları varmış madem, kendi düşen de ağlamazmış. Bayıldım mı ne oldu, anlayamadım. Çöp konteynerine kıvrılmışım o ara. Ne zaman uyudum, ne kadar uyudum hiç aklımda yok zamanlama. Uyandığımda hava kararmış, karnım zil çalıyordu. Az öteden bana doğru yaklaşan çekçek arabasının tekeri gıcırdıyor, plastik şişeler tıngırdıyor, kartonlar hışırdıyordu. Hepsi birleşip öyle bir melodi ortaya çıkardı ki, adına ister Açlık Senfonisi deyin, ister Çöplük Kabare Tiyatrosu... Bizim kulağımızı çınlatan bu konserin notaları, nedense plazaların camlarından içeri girmiyor. Onların katları öylesine yüksek ki açlığın sesi yukarıya kadar ulaşmıyor. Burnumu leziz mi leziz balık kokusu yalayıp geçti. Tavuk sote, pilav, makarna.. Görseniz bir tek piknik örtüsü eksikti. Bazı kutularda pasta dilimleri duruyordu, bazılarında ise kuru ekmek kırıntısı... Kimi artığını çöpe atıyordu, kimisi de çöpün artığını arıyordu. Nasıl iş bu böyle, şaştım kaldım. İnsanların bu müsrifliği yok mu, deli oluyorum deli... ama gel gör ki göbeğim çatlayana kadar yaladım yuttum her şeyi.
Artık biraz yürümeliydim. Havalı adımlarım mahalledeki herkesin ilgisini çekiyordu. Bir bakan dönüp bir daha endamıma bakıyordu. Kuyruğum dik, başıma buyruk yoluma devam ediyordum ki karşı apartmanda oturan Neriman teyzeyle karşılaştım. Tanımadı beni. Hâlbuki her gün balkonda oturur bizim binayı süzerdi. Ben de tülün altından izlerdim onu. Uzun uzun bakışırdık. Boynumu pencereden sarkıtacak olsam çığlık çığlığa mahalleyi ayağa kaldırırdı. Bir gün terliğini kafama fırlatıyordu da neyse ki kıyamadı. Ne kıymetli terlikmiş öyle, dedim. Yoo nankörlük değil, estağfurullah. Elbette terliği kafama yemediğime şükrettim. Sonraki günlerde oğlunun Almanya'da yaşadığını öğrenince içim burkuldu. Bu kederli yüzün evlat yolu gözlediğini nerden bilebilirdim.... Yine de beni tanımamasına bozuldum biraz.
Aman Allah’ım! O da nesi! karşımda duruyordu hayattaki en büyük fobim ve çetesi... Çıkardığı seslerle önce aklımı başımdan alıyor, sonra peşime düşüyorlar. Ben böyle kumpaslara gelir miyim hiç? Tüydüm oradan hemen. Tıpkı dönme dolaptaydım. Kendi etrafımda cirit atıyor kaçacak yer arıyordum. Bıyıklarım navigasyon aleti gibi bana yön veriyordu. "On adım sonra sağa dön, beş adım sonra sola. Bir gençle karşılaşacaksın. Dikkat! Panik yapma. Navigasyon uyarı verdi tekrar; varış noktasına az kaldı. Neredeydi siyah demir kapı? Nereden gelmiştim oğlum? Bakıp çıkmadığım delik kalmadı. Kovalanmaktan anam ağladı. Kalbim resmen ağzımda atıyordu. Tam canım çıkıyor diyordum ki Allah’ın sevgili kulu kapıyı açık bırakmıştı yine, düştüm dört ayak üzerine. Aşağıya, yok yok doğruca sekiz kat yukarıya... Çık çık bitmiyordu merdivenler. Kapılar açılıyor, az sonra çat diye kapanıyordu. Apartman gümbür gümbürdü. Seviyorum oğlum insan sesini. Kalabalık olmak ne kıymetli. Oysa yalnızlık, yapay zeka gibi. Sonsuz bir ağda dolaşır, merhabalar gönderir samimiyetsiz... Duygu işlemcisini bulamaz. Kendi karanlığında parlasa da bir gökkuşağı yaratamaz.
Bizim evde de vardı bir telaş. Geliyordu kulağıma ev halkının söylenmeleri. Ayakkabıların önünde bekliyordum süt dökmüş kedi gibi. Derken kapı açılıverdi. Sevinçle karşıladı Zeynep beni. “İnanmıyorum! Anne, koş kıymetli oğlun Tarçın geldi.” Evin hanımı kucağına aldığı gibi “Nerelerdeydin bakalım sen” diye seslendi, “tok evin aç kedisi." Sizlere bir şey söyleyeyim mi? Yokmuş oğlum evim gibisi.