Hayatta ne kadar dürüst olursan ol, insanların ancak kendi gerçekliklerine en yakın olan şeyleri görebildiğini Nora artık anlamıştı. Thoreau'nun dediği gibi: "Neye baktığın değil, ne gördüğün önemlidir.”
Şizofreniyi ve diğer psikoz türlerini hastalık olarak ele almak yerine, onları insanların yaşanamaz durumlarda yaşamak için keşfettikleri özel stratejiler olarak değerlendirdi.
Kadınlar, erkekten geçinmeye alıştıkları için kaçıyorlar çalışmaktan. Nice okumuş yazmış kadın bilirim ki evlendikten sonra bıraktılar işlerini. Bir doktor hanım bana şöyle demişti, “Hep çalışacak değilim ya, elbet bir gün evleneceğim.” Evlendi ve bıraktı hekimliği. Evlenmek en sağlam iş sizler için.
Biz ne kadar önlemler alırsak alalım, ne kadar garantici olursak olalım, hiçbir zaman hayatı tam olarak kontrol edemeyiz. Hayat bize ne zaman ne verir ya da ne zaman ne alır bilemeyiz. Kontrolcülük bir hastalıktır.
İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rasgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.
Ben bulundum Sarıkamış'ta... Gördüm... 6 Kasım 1914'te başladı Köprüköy Savaşı... Altı gün sürdü. Günlerden cumaydı! Namaz kılmadık biz o cuma... Dövüştük... Dövüş daha sevaptır namazdan... Düşmanı geri attık... Direndi. 14 Kasım'da yeniden tutuştuk. Cumartesiden çarşambaya kadar dört gün dört gece vuruştuk.
Başkalarından saygı, ilgi ya da sevgi bekliyorsan, önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin hâlde dünya sana diken yolladı mı, sevin. Yakında gül yollayacak demektir.
Karşılaştığımız varlığı, öğrenilmiş kodlar yoluyla halihazırdaki bir kategoriye indirgemeden onun farklılığını kabul ettikten sonra, bu öteki karşısında lal olmaz mıyız? Aramızda bir ilişki olduğuna şüphe yoktur ancak bunu ifade edecek sözcüklere sahip değiliz.
Aranızdaki bütün perdeleri tek tek kaldır ki, Tanrı'ya saf bir aşkla bağlanabilesin. Kuralların olsun ama kurallarını başkalarını dışlamak yahut yargılamak için kullanma. Bilhassa putlardan uzak dur, dost. Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma! Inan cin büyük olsun ama inancınla büyüklük taslama!
Bir aşkın peşine düştüğün an ,o da seni karşılamaya çıkacaktır.Asla istemekten vazgeçme .Çünkü insanın içindeki en büyük ışık bazen yalnızca bir dilekte saklıdır .Kalpten istenen hiçbir şey yok yere fısıldanmaz gökyüzüne .Belki zaman alır ,belki yollar dolanır ama dua dönüp sahibini mutlaka bulur .
Her insanın kendisine öfkelenme, kendisiyle kavga etme ve kaybetme hakkı vardır. Yoldan çıkmış, günahkâr bir dervişim ben. Kefâret niyetine bir umutsuzluğa tutundum: Seni seviyorum
Betül Fırat’ın İstiridye Kızı adlı eseri, sadece bir çocuk romanı değil; aynı zamanda mitolojik kurguyla beslenmiş, derin anlamlar taşıyan bir dostluk manifestosu. 79 sayfalık bu sade ama yoğun anlatımlı roman, ilk bakışta minik bir hikâye gibi görünüyor; ancak satırlar ilerledikçe alt metinlerinde barış, aidiyet, özgüven ve farklılıkların bir arada yaşaması gibi önemli temaları barındırıyor. Başkarakterler Joe, Ash ve Andrea, doğayla iç içe, kendi hâllerinde yaşayan çocuklardır. Ancak karşılarına çıkan dev bir istiridye ve içinden çıkan denizler prensesi Triton, bu sakinliği sonsuza dek değiştirir. Triton'un su altından getirdiği geçmiş, sıradan insanların hayatında derin izler bırakırken, yazar okura şunu fısıldar: “Her çocuk, kaderin dengesini değiştirebilir.” Yalnızca çocuklar değil, yetişkinlerin de büyük bir keyifle okuyacağı bu eser; eğlenceli olay örgüsü ve sembolik yapısıyla dikkat çekiyor. Prens Cry’ın yarattığı düzensizlik, bugünün dünyasında empati eksikliğinin ve kaotik ilişkilerin çocukça ama etkileyici bir temsili gibi. Fırat’ın dili sade ama içten. Olaylar bir çırpıda akıp giderken, bazı satırlar durup düşünmenizi sağlar. “Biz Tanrı değiliz, ama bize bahşedilen güçlerimiz var,” diyen Triton’un sesi, okurun iç sesi hâline gelir. Dostluklar sınanır, aidiyetler sorgulanır, seçimler yapılır. Ve tüm bu kaos içinde, çocuk kahramanlar kadar okur da büyür.
Herkesin bildiği pek meşhur bir kitap. Yanlış hatırlamıyorsam çizgi filmi de vardı. Bir çocuk kitabı olarak okuduğumda gayet keyif verici ancak bunun ötesine biraz abartılmış gibi geliyor bana. Kitabı sevmediğimden değil ama çocukluk günlerine fazla bir özlemim olmadığından dolayı verilmek istenen mesajları pek anlayamamışımdır belki de.
Ahlâki eğitimim bir anlamda ters mi tepmişti acaba? Eğer arzuyla dolmuş bakış, arzunun doyurulması kadar kötüyse; eğer isteyerek hayal kurmak, hayal edilen edim kadar kötüyse - o halde neden doyurulmasın o arzu ve neden hayal edilmesin o edim? Günahkâr düşüncelerimden kurtulamadığımı her geçen gün görüyordum. O zaman günahkâr edimi de arzular oldum.